Necip Tosun – Mutsuz Kadın Hâlleri: Cihan Aktaş Öyküleri
12 Eylül 1980 müdahalesi sonrası Türk siyasi ve düşünce hayatında yaşanan kültürel, toplumsal, siyasal hareketler içindeki en dikkat çekici eğilim “kadın” olgusunun tartışılmaya başlanmasıydı. Bu tartışmaların merkezinde kadının geleneksel fonksiyonunun (mutfak, çamaşır, çocuk bakımı, kocaya sadakat vbg.) ve toplumsal hayattaki yerinin sorgulanması yer aldı. Kadın hareketleri kadının toplum içindeki yerini genişletmeyi, erkeklerle eşit haklarının tanınmasını sağlamayı amaçlıyordu. Ne var ki ülkemizde her şeyde olduğu gibi kadın hareketinde de çeşitli ayrışmalar yaşandı. Bu farklı yorumlar, anlayışlar içerisinde en önemli kesim dindar kadın hareketiydi. Üniversitelerdeki türban konusuyla ivme kazanan bu kadın hareketiyle pek çok geleneksel kadın fonksiyonu tartışılmaya başlandı. Dindar kadının sosyal yaşamda ne gibi rolü olabilirdi, görevi sadece çocuk doğurmak ve mutfak mıydı? Kuşkusuz bu tartışmaların ve yaşanan toplumsal olayların edebî eserlere yansıması kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Özellikle Cihan Aktaş, Fatma Barbarosoğlu, Yıldız Ramazanoğlu öyküleriyle bu tartışmalarda yer aldılar.
Cihan Aktaş (1960) ilk dönem öykülerinde inançlı insanların dünyasına eğilir ve başörtülü kadınların hayatta var olma mücadelelerini anlatır. Eşyayı, olayları, dünyayı inanç penceresinden yorumlayan kahramanlarının bu seçimlerinin neye mal olduğu, dönemsel tanıklıklar, güncel olaylar ve tartışmalar ışığında örneklenir. Yapılan hatalar, gelinen çıkmaz yollar ve doğrularla gerçekler arasında kalışlar öykülerde işlenir. Ne var ki tüm bu olaylar, durumlar daha çok kadınların penceresinden, onların dünyasında yorumlanır. Dava odaklı hayatın kadınlara yansımaları öne çıkarılır. Özellikle evlilik kurumu odak alınarak inanç/dava ekseninde yapılan evliliklerin, bu ortak inanç zemininin kaybolması ya da farklı yorumlanmasıyla birlikte nasıl dağıldığı ve bu durumdan da en fazla kadının zarar gördüğü temellendirilir. Bu anlamda kadının yalnızlaşma serüveni öykülerde hep başat temadır. Kadının kıstırılmışlığı sadece toplum ve kamudan gelmez, bir sığınak olan aileden de gelir. Oysa tümüyle kendini ailesine adamış kadın için her şeye yeniden başlamak hiç de kolay değildir.
Başörtüsüyle birlikte hayata, eşyaya, olaylara bakışı tümüyle farklılaşan kadının bu hâliyle toplumda var olma mücadelesi Aktaş’ın öykülerinin ana temasını oluşturur. Bu tutum kahramanlarda hem aşkın olana ulaşma hem de asgari hayata tutunma mücadelesi olarak sürer. Bu süreçte aranan mutluluk, “iyi hayat” değildir, daha çok dini bütün bir insan olarak hayatı sürdürme uğraşıdır. Hayatta her şeye inanç penceresinden bakılır. Bu bağlamda anlatıcı dini temellere yaslı evliliklere eğilir ve hayatın gerçeklerinin bu ilke evliliklerini nasıl sarstığını sorgular. Dolayısıyla inanmış olmakla insanın melekleşmediği, hata yapmayı sürdürdüğü öykülerde açık edilir. Son öykülerinde ise Aktaş’ın özellikle Çehovvari bir yaklaşımla küçük ayrıntılardan büyük insani meseleleri tartışma peşinde olduğu görülür. Öykülerdeki ideolojik kodlar azalmış, daha çok diyalog, gözlem ve ayrıntılarla metinler oluşturulmaya başlanmıştır.
Cihan Aktaş’ın öykülerinde kurduğu atmosfer “konuşkan” bir zemine yaslanır ve herhangi bir insanın zihninden geçen günübirlik duygulardan, olaylardan, aktüaliteden oluşur. Aktaş, günceli konuşmaktan çekinmez, gazete, televizyon haberlerini, öykünün temel meselesi, odağı yapar. Öyküde tek etkiden çok, bilince akan pek çok olayı öyküde değerlendirir. Üst üste pek çok duygu, konu aktarır. Sosyolojik tanıklığı ve haklının yanında yer alma duruşunu daha çok önemser. Kadınlık hâllerinin bütün ritüellerini bir bir sıralar, üst üste bindirir, öyküye bir değil bazen sayısız kahraman girer böylece çok sesli bir öykü atmosferi oluşturur. Cihan Aktaş, öyküde düşünce aktarımını önemser. Ama duygu aktarımının öne çıktığı öykülerde daha başarılıdır. Kahramanın bir korniş takıntısı, bazen apartmanda duyduğu bir ses gibi küçük ayrıntılara oluşturulan öyküler modern öykünün tüm özelliklerini yansıtır. Düşünce ve duygu dengesi her öyküde gidip gelir. Aslında bu da kaçınılmazdır. Kuşkusuz seçtiği tipler ideolojik tipler olunca öyküler kaçınılmaz olarak düşünce yoğunluklu bir anlatıma uzanır.
Onun kahramanları daha çok adanmış, kurban tiplerdir. Dolayısıyla bir kural ve ilkeler şeklinde hayata bakarlar. Ama anlatıcı insani duygulara dokunduğunda, okur kahramanların soluk alıp veren bir canlı olduğunu anlar, onlara kendimizi daha yakın hissederiz. Çelişkileri, açmazları, soruları olan, onların üzerine giden, kendini, başkalarını, her şeyi anlamaya çalışan karakterlere eğilindiğinde o robot/mekanik prototiplerden uzaklaşır.
Cihan Aktaş ilk öykü kitabı Üç İhtilal Çocuğu’nda (1992), inançlı, dava peşindeki kadınların yalnızlaşma serüvenlerini anlatır. 1980 sonrası yaşanan pek çok toplumsal olayın, tartışmanın öznesi olan başörtülü kadınlar bu öykülerde yer alır. Dindar çevrelerdeki kadının konumu, başörtüsü sorunu gibi bir dönemin gözde tartışmaları bu öykülerin merkezine oturur. Aktaş kuşkusuz taraftır ve bir kesimin tanıklığını anlatmaktadır. Ama bu tanıklığın tarihsel, sosyolojik bir önemi olduğu da açıktır.
Dindar kadınların özellikle evlilik sonrası ve toplum içinde yaşadıkları diğer sorunlar öne çıkarılır. Tümüyle dini kaygılar odak alınarak yapılan evliliklerde, kadınların kocalarının gölgelerinde kalmaları, önemlerini yitirişleri, hatta bir anlamlarının kalmaması anlatılır. Dava gözden düşünce, evlilik kurumunda da kadın gözden düşmeye başlar. Bu arada kadın bunalmaya, kim olduğunu sorgulamaya, sesini aramaya başlar. Koca davadan vazgeçince kadından farklı beklentiler içerisine girer. Ama kadın geçmişini bırakmaz, kendi kendisiyle yüzleşerek, âdeta kendini yeniden tanımlamaya çalışır.
Son Büyülü Günler’de (1995), dindar kadının toplum içindeki konumu tartışılırken, toplumdaki geleneksel konumu sorgulanır, alışılageldik yanlış ve çarpık kadın imajı olumsuzlanır. Öykülerde, kimliğinden, inançlarından ödün vermeyen incelik düşkünü bayanların savruluşu anlatılır. Bu kahramanlar arasında asla sıradan biri yoktur. Hepsi kimlik sahibi, ideolojik insanlardır. İşte Aktaş öykülerini bu ideolojik kimliğin insandan ne götürüp ne getirdiği problemi üzerine kurar. Birbirine yaklaşan ama sonra adı bile konmayan nedenlerle birbirlerinden uzaklaşan bu insanların iç hesaplaşmalarını gündeme getirir. İdeolojik kimliklerin somurtkan yüzünün arkasındaki insani yanları, içtenliği, doğallığı ortaya koymaya çalışır. İçeriden biri olması nedeniyle de dindar kadın dünyası konusunda oldukça gerçekçi tanıklıklar sergiler. Zaman zaman kimliklerle saklanmaya çalışılan ikiyüzlülükleri vurgularken, kendilerinde karşılığı olmayan bastırılmış duyguları âdeta teşhir eder. Aktaş, Son Büyülü Günler’de, dindar kadın kimliğini sadece bir sadakat, bir fedakârlık simgesi olarak değil, pasif konumdan ve evin arka odasından çıkmış, aktif ve çevresinde olup biten her şeyin farkında olan müdahil bir kimlik olarak sunar.
Acı Çekmiş Yüzünde (1996) kitabında, inançları, beğenileri, zaafları arasında bir yol arayan mücadeleci dava insanlarından portreler aktarır. “Parkta Bir Sabah Erkenden” öyküsünde kocasıyla ilişkileri bozulan kadın, ne yapacağını düşünmekte, hayatla geçmişle yüzleşmektedir. Kadının yeri evidir anlayışıyla tüm hayatını kocasına, evine ve çocuklarına adayan kadınların, kocaların kadına, hayata bakışlarının değişmesiyle birlikte, ortalıkta, yapayalnız seçeneksiz kalışları işlenir. Bu öyküde hastalık ve bunun sonrası gelen şişmanlık ile kadın kocasının gözünden düşer. “Fıstıkağacı’ndaki Ev” öyküsünde, Avrupa’ya, sürgüne giden yazarın eşinin yaşadığı bunalım ve yalnızlıklar anlatılır. “Dağınık Dünya”da, dindar kadının modern hayatta, hatta dini temelli hayatta bile toplumdan dışlanmışlığı, üstüne biçilen elbisenin dar geldiği, giderek bu dünyanın kadını dışlayan baskın bir erkeksi dünya olarak şekillendiği örneklenir. İnançları daha iyi yaşamak için geliştirilen yöntemler, toplumdan, akrabadan kopuşu ortaya çıkarırken, kadını da yalnızlığa sürükler. İnançlara odaklı yaşama arzusunun tek seçenek olarak sunduğu ev kadınlığı rolünde, sıkışan, bunalan yalnız kadının, yanlış din algısıyla hesaplaşması anlatılır.
Aktaş, Suya Düşen Dantel’de (1999) yine merkezde inanç, idealler ve davanın olduğu kadın erkek ilişkilerinin nasıl sonunda açmaza sürüklendiğini örnekler. “Dağın Öteki Yüzü” öyküsünde hayat ile inanç arasında kalmış kahramanların iç çatışması ele alınırken, beşeri aşkı aşıp Tanrısal aşka ulaşmaya çalışan kadınların çelişkileri gündeme getirilir. “Aile Fotoğrafı”nda eşinden ayrılmış başörtülü kadının bir yandan bu halini aşma bir yandan da başörtülü haliyle karşılaştığı sorunlarla baş etme serüveni anlatılır. “Alnındaki Işığın”da, ideolojik aşkların açmazına değinilir. Sadece mücadeleci tavrını beğendiği erkeğin peşine düşen, ona âşık olduğunu düşünen genç kız, sonunda alnındaki ışık için tutulduğu bu adamda artık o ışığı görememektedir.
Cihan Aktaş, Ağzı Var, Dili Yok Şehrazat’da (2001) öyküdeki genel çizgisini sürdürür, sesini çoğaltır, zenginleştirir. Öykülerin merkezinde kadın erkek ilişkileri, aile kurumu ve aşk yer alır. Kadınların dünyasından, bakış açısından aile kurumunu yorumlar. Özellikle kitabın ilk öyküsü “Sarate” onun en güzel öykülerinden biridir. Genç kızlıktaki ilk aşkın sahiciliği, safiyeti renk metaforuyla etkileyici bir akışkanlıkla anlatılır. Çiğ duygular, renk metaforu üzerinden yazınsal bir kalıcılığa ulaşır. “Ustası, Karısı ve Gemi Yolculukları” onun kadın erkek ilişkilerinin bozulmasında erkeğin de haklı olabileceğini savunan nadir öykülerinden biridir. Aile kurumuna ilk kez erkeğin penceresinden bakar ve tezhip sanatçısı Selim’in sanatında ilerleyememesini anlayışsız, bencil eşinde bulur. Anlatıcı taraftır ve erkeğin dünyasını zindan eden kadını olumsuzlar.
Halama Benzediğim İçin (2003) dava adamlarını değil, sıradan insanları anlatır. Kitap ideolojik bakışlardan soyutlanmış, tümüyle insani ilişkilere, evrensel insani olaylara eğilirken, küçük ayrıntılardan kalıcı insanlık durumlarını örnekler. Bu hâliyle kitap Aktaş öykücülüğünde temel bir dönüşümü işaret eder. Bir kadın yazar olarak, kadının zaaf ve güçlü yanlarını, annelik duygusunu, ev içindeki konumunu ve tüm kadınlık hâllerini sergiler. Kadının aile içi ilişkilerine odaklanan öyküler, anne, eş olarak çeşitli konumlarını irdeler.
Duvarsız Odalar’da (2005), modernizmin, anlayışsız insanların, gündelik hayatın kadınla hayat arasına ördüğü duvarları aktarır. Öykülerde, mevcut sosyal düzende, kendine yer bulamayan, yersiz yurtsuz kadınların sıkışmışlığı, yalnızlığı ve açmazları anlatılır. Ne gidilen yerde, ne dönülen yerde kadın mutlu olamayacaktır. Artık döndüğü yerde bile beklenmeyen biridir: (“Seni Bekleyen Biri”). Bürokratik sıçrama yapmak isteyen erkeğin yanında, başörtülü kadın bir ayak bağıdır: (“Basamaklar”). Yurtdışından babaevine dönen kadın artık yersiz yurtsuzdur. Onun için gidilecek, sığınılacak bir yer kalmamıştır: (“Gidilecek Bir Yer”). Arayış içerisindeki mutsuz kadınlar, sığındıkları yenidünyalarda (internet) hayata tutunmak isterler: (“Kendinden Kaçmak”). Uyuşturucu kullanan kocasından ayrılan temizlik işçisi Şehriban’ın hayatla arasına örülmüş duvarı genç bir dul olarak aşması imkânsızdır: (“Duvardaki Lekeler”).
Kusursuz Piknik’te (2009) onun öykücülüğünün yeni bir çehresini oluşturur. İdeolojik tartışmalar, dava adamları yine var olmakla birlikte azalmıştır. Öyküler daha çok diyalog gözlem ve ayrıntılarla oluşur. İnsanların kusursuzluk arayışlarının onları nasıl komik duruma düşürdüğü ve büyük sorunları görmemelerine neden olduğu örneklenir. Öykülerde, Çehovvari taşra küçük memur açmazı ve küçük ayrıntılardan büyük insani meseleleri tartışma peşinde olduğu görülür.
Cihan Aktaş’ın ilk dönemlerdeki tümüyle düşünce ağırlıklı öykü anlayışı, giderek içselleşen bir derinliğe ulaşır. İlk dönem öykülerindeki hikâye kahramanları, anlatıcıları serinkanlılıkla olayları aktaracak ne duygusal ne de düşünsel atmosfer içindedir. İncinmiş, yok sayılmış bir duygu örselenmişliğiyle bazen bir çığlık konumunda bazen de didaktik bir savunma içerisindedirler. Kuşkusuz yüksek seste, çığlıkta ahenk aranmaz. Nitekim Aktaş’ın öne çıkardığı kahramanların yaşadığı gerilim güncel hayatta azaldıkça, anlatım daha serinkanlı bir hâle dönüşmüştür. Son öykülerde bunu görmek mümkündür. Kuşkusuz edebiyat bir başına ne duygu aktarımı ne de sadece düşünce aktarımıdır. Her ikisinin birleşiminden meydana gelen yeni durumdur ve her ikisinin de artık birbirinden ayrılamaz hâlde bir metinde bütünleşmesidir.
Bütün bu nedenlerden dolayı, Cihan Aktaş, öykü sanatının tüm gereklerini yerine getiren, sıkı örgülü, durum ve atmosfer öyküleri yanında, tümüyle düşünceye odaklı, aktüel öykülere de imza atar. Ancak özellikle hayatın içinden insanlık manzaralarını naif bir üslupla anlattığı öykülerde kendini bulur. Kimi öyküler mesaj ağırlıklı da olsa, toplumsal koşulların doğurduğu bireysel dramlar oldukça yetkin bir anlatımla gözler önüne serilir. Kişisel açmazları ve dramları, içsel bir derinliğe doğru işlediği öyküleri etkileyicidir.