Necip Tosun – Öykümüzde Konya Sokakları
Biçimsel yaklaşımlar Abdullah Harmancı’nın öykülerindeki ilk dikkat çeken özelliktir. Harmancı öykülerinde biçimi önemser hatta bazen riskli diyebileceğimiz denemelere girer. Öykülerinde temalar benzerlikler taşımakla birlikte pek çok öyküde farklı biçimleri değerlendirir. Öykünün yapısı, kurgusu ve anlatımı üzerine kafa yorduğu gözlenir. Kimi zaman hiç noktalama işareti kullanmaz; çoğunlukla şiirsel düzyazı biçiminde yazar; cümleyi kırar, büker, yarım bırakır; minimal öyküler dener; kurguyla fazlasıyla oynar. Ancak bu tutumu onu anlamı örten, anlatımı iyiden iyiye “şahsi”leştiren bir sonuca götürmez. Deneysel yaklaşımlardan çok, biçimsel arayışlar içerisindedir. Semboller, metaforlar özellikle minimal öykülerde kendini gösterir. Biçimsel metinlerinde, öykülerde de adı geçen Sevim Burak ve Leyla Erbil etkisinden söz edilebilir.
Tema olarak ise öykü kişilerini, ölüm, aşk ve cinsellik testlerinden geçirerek sınarken onları süfli yanlarıyla yüzleştirir. Hayatın hem güzelliğini, hem aldatıcılığını zaman zaman hikmetle bağlantı kurarak örnekler. Çatışma, çelişki, arayış anlatılarının merkezindedir. Harmancı, İslami dünya içerisindeki insanları sıklıkla gündeme getirmesine karşın oldukça orijinal ve yerinde bir tutumla “günah” duygusuna eğilir ve öykümüzde az gözüken farklı bir karakter ortaya çıkarır. Harmancı öykülerinde iki önemli şey yapar. Öncelikle idealize edilmiş, şablon, karton tiplere itibar etmez. Hidayet anlatılarının artık bıkkınlık veren dört dörtlük mümin tipini değil, daha çok insani vasıfları olan günah da işleyen, içinde gel-gitler yaşayan karakterleri gündeme getirir. Bilindiği gibi hidayet romanlarında/öykülerinde sadece insanın metafizik boyutu, dinî boyutu ele alınır; beşerî boyutu, toplumsal boyutu ise göz ardı edilir. Eserlerde sanki ayakları yere basmayan bir melek dolaşır ortalıkta. Kahramanlarımız, elleri dizlerinde, kafasında takke, mütevekkil bakışlarla, zühd içinde ahreti bekler. Sabah namazına camiye gider, bulaşık yıkarken bile ilahi söyler, kendisiyle gönül ilişkisine giren kıza ahretten bahsederek, onu dine çağırır, misafirliğe gittiği evde, ev sahiplerine Mevlana vaazı verir. Kırık dökük, boynu eğik bir hâlde son derece saygılı “efendim” diye konuşur. Ekonomiden etkilenmez, gazete okumaz, televizyon seyretmez, maç tartışmaz, otobüslerde sıkışmaz, yoksulluktan şikâyet etmez, sömürüden bahsetmez. Bu karakterlerin genel olarak yanlışları, çatışmaları, aşkları yoktur ve hiç günah işlemezler.
Abdullah Harmancı’nın öykülerinde ise, hep yüceltilen, bir insandan çok melek olarak çizilen, hiçbir coşku anı, sevinçli anı olmayan Müslüman genç tipi âdeta ayakları yere basan, âşık olan, günah da işleyen bir karakter olarak ortaya konur. Öyküler bu çatışma üzerine oturur. Kuşkusuz sadece siyasi/inanç coşkusuna yaslanan, duygusal/psikolojik yoğunluk ve derinlikten yoksun bir edebî metnin başarısından söz edilemez. Sanat, dram ve çatışmadan doğar. Bu anlamda Harmancı “günah” gibi oldukça riskli alanlarda gezinir. Ama kahramanların yaşadığı bu çelişki insani bir olgu olarak öykünün sahihliğini besler, inandırıcı kılar.
Öykülerde çatışma, öğretide, inançta yapılması gerekeni bilmesine karşın, arzularına hâkim olamama sonucu kişinin düştüğü ikilem olarak gerçekleşir. Öykü kişileri inançlarına göre günah olmasına karşın inançlarına sadık kalamazlar ve günah işlerler ancak öykü boyunca bunun acısını çekerler. Bu çatışma anında gel-gitlerle hayatla yüzleşir, yaşadığı derin pişmanlıkla acı içinde kıvranırlar. Bu tiplerin özellikle dinî duygularının güçlü olması çatışmayı iyice derinleştirir. Bu öykülerdeki dikkat çekici bir incelik de kişiyi günah işlemeye götüren duyguların insaniliğinin iyi verilmesidir. Bir başka deyişle nefs mücadelesinin hiç de kolay olmadığı iyi temellendirilir.
Muhteris (2002) onun biçimsel denemelere yaslı ilk öykü kitabıdır. Öykülerde kahraman hep aynıdır: Konya’da okur/yazar bir öğretmen. Anlatıcı buradan hayata, kendine, sinemaya, düzene, aşka, genç kızlara bakar. Kuşkusuz o bildik öğretmenlerden değildir; şiir yazar, öğrencilere şiir okur, tüm öğrenciler onu sever. Bu birikimle Konya’da sıkılır, bunalır, sanat edebiyat dergileri çıkarmaya çalışır, kitabını yayınlatmak için yayınevlerinin kapısını çalar. Öyküler boyunca bu kahraman belleğimize iyice kazılır: İmam Hatip mezunu bir gençtir, namaz kılar, dört yıllık okulu Konya’da okumuş, sonra Rize’de öğretmenlik yapmış, Konya’ya yeniden dönmüş, Müslüman olmasına rağmen ilk gençlik çağının savruluşlarını yaşamış, çantasında edebiyat dergileri olan biridir.
“Umur Bey Günleri”nde lisede öğretmenlik yapan kahramanın bir haftalık tekdüze yaşamı anlatılır. Biçim olarak da her gün aynı şey bıktırırcasına anlatılır ki o da zaten bu hayatın bıktırıcılığını vurgulamak ister. Böylece biçim ve tema örtüşür. “Gerekçe”de çocukluğunda zorla Kur’an kursuna gönderilen genç, hocasından nefret ettiği için bir daha kursa gitmek istemez. Büyüyünce Kur’an kursu için yardım istenince çocukluğunu hatırlar ve yardım etmez. “Daral”da bir genç kız, modern hayatın hay huyunda unuttuğu ölüm duygusuyla karşılaşınca ne yapacağını şaşırır.
“Muhteris’te biçimsel yaklaşımlar baskındır; noktalama işaretleri kullanmaz (“Umur Bey Günleri”); şiir biçiminde ve yine noktalama işaretleri yoktur (“Umur Bey Akşamları”) (“Umur Bey/Doğu Anlatısı”); her sözcüğün ardından artı işareti konur (“Umur Bey Ukdeler”); giriş ve sonuç tümüyle büyük harflerden oluşur (“Umur Bey Caddelerde”)… Bu tutum diğer öykülerde de sürer.
Ertesi Dünya’da (2003) kahramanımız da mekân da aynıdır. (Her ne kadar Muhteris birinci kitap olarak yayınlansa da, bu kitaptaki öyküler yazılış itibarıyla onun ilk öyküleridir.) Okey oynayan, halı saha maçlarına giden, kızların peşine düşen, Teoman dinleyen, Müslüman/öğretmen/yazar/öğrenci/genç, zaman zaman günah da işler. Bunun üzerine, Allah ve meleklerden utanır, bunun pişmanlığını yaşar. Bu öykülerde ağırlıklı olarak din ve hayat (gençlik arzuları, istekler) arasındaki gerilim, açmaz anlatılır. Günah işleyen insanların pişmanlığı ve vicdan azabı önemli bir temadır. Müslüman gençlerin kendilerinin dışındaki dünyaya bakışları da diğer bir önemli temadır. “Ermiş”te, günah işlemiş Hidayet öğretmenin bunun utancıyla çıldırması, “Kızlar Geliyor” öyküsünde kızların peşindeki delikanlılar anlatılır. Küçük şehirlerine gelmiş zamane kızlarını izler, onlar hakkında düşünce üretirler. Bunlar ne yer, ne içerler, Allah’ı düşünürler mi?
Yerlere Göklere (2007) iki bölümden oluşur. İlk bölümde kadın erkek ilişkileri ve aile odaklı öyküler, ikinci bölümde ağırlıklı olarak minimal öyküler yer alır. Tüm öykülerde hikmet ve hayat temel vurgudur. Kahramanlar hayatın peşinden koşarlar; kadınların, arzuların, tüm mutlulukların. Ama bunun da sonu olmadığı, insanın fanî olduğu bir aydınlanma anı ile açık edilir. Arzuların peşindeki insan günah duygusuyla ikilik yaşar ve hayatla yüzleşir. Anlatıcı pek çok öyküde kaçırılmış aşkları hikâye eder. Okullarda, küçük kasabalarda uzaktan uzağa sevdikleri ama hiçbir şekilde bunu açıklayamadıkları sevgilileriyle yıllar sonra karşılaşma, o günü anma ve bitmiş yangının küllerine bakma öykülerin ana temaları olur. (“Esas Fiil”, “Mezarına İzmarit”, “Meleğim Benim”) Diğer bir ortak tema da yanlış evliliklerdir. “Yokuş Aşağı” öyküsünde, kitaba, onun yazarlık dünyasına uzak bir eşi olan yazar, tüm bunlara yakın entelektüel bir başka kadınla ilişki yaşar. Ama bu iki kadın arasında kalan yazar, günah ve vicdani duygular arasında gider gelir. Bu iki evliliğin artısını ve eksisini tartışır, erken evlendiğini düşünür. Kadın ve erkeğin hayata farklı anlam yüklemesi çatışmanın temelini oluşturur. Burada problem erkekte başlar. Kitaptaki baskın bir tema da marazi hâllerdir. Kahramanlar bir anafora kapılmış gibi, hastalıklı bir hâlde, kontrolsüz, adım adım ölüme doğru yol alırlar. Bu çevrelerindeki olaylardan değil, içsel bir serüven olarak gerçekleşir. Kahraman ya katilliğe (“İlk Cinayet”), ya da ölüme teslim olur (“Yokedici”, “Göl”).
İkinci bölüm olarak adlandıracağımız öykülerde ise, kısa metinlerle çarpıcılık, vuruculuk yakalanmaya çalışılır. İki arabanın çarpışma anını izleyen anlatıcı, içinin aydınlandığını, yıkandığını, arındığını hisseder (“Melek Kanadı”); Dede torununa bakıp geçmişini, gençliğini, torun dedeye bakıp yaşayacağı hayatı, geleceğini düşünür (“Dede ve Torun”). Öte yandan “Şükür”, “Caddelerden Birinde”, “Gülümseme”, “Bulutlar” öykülerinde ise hikmete vurgu yapılır. Bu metinlerde özellikle yanlış hayat algısı eleştirilir, insanın fıtratına vurgu yapılırken, doğaya, merhamete çağrı yapılır. Doğadan kopuş ve kitap körleşmesi öykülerde gündeme getirilir. Gelenek ve modern çatışması arka planda hep kendini hissettirir.
Edebiyatta pek çok yazar ve onların yarattıkları karakterler hep bir kentle özdeşleşmiştir. Dickens (Londra), Balzac (Paris), Dostoyevski (Petersburg), James Joyce (Dublin), Lawrence Durrell (Akdeniz), Kafka (Prag), Ahmet Hamdi Tanpınar (İstanbul), Paul Auster (New York) bu bağlamda anılabilir. Bu şehirler ve bu şehirlerin yarattığı karakterler, yazarlar elinde edebiyat dünyasında ölümsüzleşmişlerdir. Bu yazarların kahramanları ancak bulundukları kentin, yaşadıkları coğrafyanın ürünüdür. Bu nedenle kentle kahraman birbirinden ayrılamaz bir şekilde iç içe geçmiştir. Hatta kimi kez mekân (kent/kasaba) öyle öne çıkar ki karakter daha geri planda kalır ve kitabın gerçek karakteri bir kent olur. Karakter bir anlamda kahramanı doğurur, onu biçimler ve yönlendirir.
Öykücülüğümüzde ise Tahsin Yücel Elbistan’ı, Cemil Kavukçu İnegöl’ü, Ethem Baran Yozgat’ı, Yücel Balku Bursa’yı, bir mekân olarak Türk öykücülüğüne hediye etmişlerdir. Aynı şekilde Harmancı da Konya’yı bir şehir olarak Türk öykücülüğüne kazandırmıştır denilebilir. Anlatıcının çok bilindik bir dünya şehrinde dolaşır gibi Konya sokaklarında dolaşması doğrusu okurda tuhaf duygular uyandırır. Harmancı, okura Kiev gibi, Prag gibi bir yerdeymişiz hissi verir. Ancak metin biraz ilerleyince buraların da metropol sokaklarından farklı olmadığını görürüz. Konya’da hem din’le iç içe metafizik hayatı hem de gündelik hayatı yaşamak isteyen gençlerin hayalleri öykülerin odağı olurken öyküler pek çok sosyolojik belgeler de içerir. Allah’a karşı suç işlemiş, hanımına ihanet etmiş, toplumun kurallarını ihlal etmiş öykü kişisi vicdan azabıyla ne yapacağını şaşırır ve kendi kendisiyle mücadele eder. Bu çatışmanın en önemli özelliği ayıp ya da hukuka aykırı olaylardan değil, inanca aykırı eylemlerden kaynaklanmasıdır. Onun öykülerini ayrıksı kılan yanı budur.
Konya’nın toplumsal yaşayışı ama özellikle okumuş yazmış insanların görünümleri hikâye edilir. Muhafazakâr dünyanın bir aydın gözünden görünümü önemli saptamalar içerir. Pek çok öyküde Konya’da yazar olmanın, dergi çıkarmanın durumunu aktarır. Öykülerde Konya bir dekor olmaktan öte kahramanlarla bir örtüşmüşlük içerisindedir: “Alaaddin Camii’nin avlusundan geçiyorduk. Selçuklu sultanlarının medfun bulunduğu türbenin arka tarafından, saçları yaşından beklenmeyecek denli gür, sık ve uzun, sakalları kül beyaz bir ihtiyar çıkıverdi.” (“Asâ) “Konya’da, büyük panayırda, kitapçılık yapmaya başladığım günlerde, bitişiğimdeki dükkânın sahibi, kınalı sakallarıyla abus çehreli, suskun ve sinsi biriydi.” (“Yanık”) “Zaman Zaman burnunun ucunda, Meram bahçelerinin sükûneti de tütmüyor değildi çünkü. Meram’da olmak. Geceleri kavak hışırtılarıyla uykuya dalmak.” (“Nafile”) “Kayalı Park’a, kayalı havuzun başına oturdum, hayal kuruyorum. Adım Abdullah değil de Orhan olsaydı. Soyadım Harmancı değil de Batıbey olsaydı. (…) Sonra arkadaşlarıyla şöyle bir Sille-Dere-Apa yapacaklarmış.” (“Orhan Batıbey Olmak”) “Yine büyük çam ağaçlarıyla kaplı Alaaddin Tepesi’nin çay bahçelerinde sıkıntılı beklemeler. Tadı çoktan kaçmış edebiyat sohbetleri.” (“Yaşam Bir Iska”) “Ben o vakit bir divaneye dönüp de Konya’nın caddelerine böğüre böğüre neden fırlamadım, nasıl fırlamadım, anlayabilmiş değilim.” (“Meleğim Benim”) “O gün Civcivli Han’ın önünden geçerken Mesut’la karşılaşmasaydım, Söyler Tekstil’den Selçuklu Kulesi’ne kadar adımlamayacaktık.” (“Şırınga”)
Sonuç olarak Abdullah Harmancı nitelikli bir öykü evreni yanında Konya’yı da Türk öykücülüğüne kazandırmıştır. Öte yandan Harmancı’nın özellikle büyülü gerçekçiliği çağrıştıran ve rüya anlatım diyebileceğimiz bir tutumla yazdığı öykülerde oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. “Manzara Resmi” bunun en iyi örneğidir.