Numan Altuğ Öksüz – Babam Bağlamasına Gömüldü
Saat sabaha çeyrek vardı. Telefonun çığlığı aile fotoğrafımızın hemen yanında yankılandı. Karaladığım öykümün ilk paragrafı yarım kaldı:
“Sabah mı oldu? Bu nasıl şafak? Güneş kara mı doğdu, gökyüzü aydınlanmadı mı? Beyaz bulutlar ve mavilik nerede? Tanrım! Bu karanlık da ne..?”
Kalktım. Kalemin kararttığı parmaklarımla ahizeyi kavradım. Telefon kulağıma yapıştı. Yutkunamadım, konuşamadım… Boş boş baktım etrafa. Sonra evimin rutubetli duvarlarından teselli cümleleri bekledim.
Doğruldum çok geçmeden. Yüzüme su vurdum. Külüstürün anahtarını ararken benimle yaşıt olan cura ile bakıştık. Kızdı bana ve gürledi: “Aynı şehrin havasını soluduğu ailesinden neden ayrı yaşar insan?”
Külüstüre atladım, yola çıktım. Kışın soğuğunu dele dele ilerledim. Her gün gittiğim beş dakikalık yol o kadar uzadı ki; ömrümün her saniyesini muhasebe ettim.
Barış Manço Caddesi’ne sapınca iki küçük çocuk gördüm.
Sırtlarında curaları vardı.
Arkalarında eski kaşe paltosuyla yükselen bir adam gülümsüyordu.
Sadece filmlerde olur sandığım bu sahneden sonra yüreğimden kopan hatıralar sıcak sıcak yanaklarımdan süzülmeye başladı.
Külüstürü gelişigüzel park ettim ve gözlerimi yumdum. Çünkü yeni bir sahne yaşamaktan korkuyordum. Bahçe sessizdi. Yürüdüm. Kapıya gelince gözlerimi açtım, zile dokundum. Annem çıktı kapıya. Otuz dört senelik sarıldım anneme ve omzunda otuz dört senelik hıçkırdım.
Oturma odasına geçtim annemin omzunda. Ben girince Ayşe teyze, Emin ağabey, Zöhre abla odadan çıktılar. Bir iki adım attım…
Hayattan yana çok şanslı olmayan, emekliliğinde bile çalışmaktan kurtulamayan, her şeye rağmen tebessümü dudaklarından ayırmayan, yanık sesli, divan bağlamalı adam. Boğazına kadar yorgan, iki yanındaki sehpada tütsüler, hemen üzerindeki duvarda bağlama…
Yorganı açtım, babama sarıldım.
Canımı katmaya çalıştım.
Soğuk yanaklarına, ıslak yanaklarımı sürdüm…
Emin ağabey yapıştı arkamdan. “Metanet!” dedi, “Anneni düşün, koy verme kendini!” Çekti beni babamın göğsünden, koltuğa oturttu. Bir şeyler anlatıyordu, duymuyordum. Ona doğru döndüğümde sustu. “Neşet’i aradınız mı? Söylediniz mi?”
Gözyaşlarımı durdurmaya çalışarak, kolonya yardımıyla ayakta duran annemin yanına çöktüm. Elini tuttum, öptüm. Annemin eli babam kokuyordu. Yorgun ve tuzlu gözleriyle Neşet’i aramamı söyledi. Üst kata çıktım hemen, elimi cebime atıp telefonumu çıkardım. Rehberden Neşet’in adını seçtim; fakat uzun süre arama tuşuna basamadım. Annemin bakışları geldi aklıma, evin büyük oğlu olduğum geldi. Aradım. Neşet’in sesini duyunca birkaç dakikalık metanetimin yerini yine hıçkırıklar aldı. “Ağabey ne oldu, söylesene.” diyordu babam yüzlü kardeşim. “Neşettt, Neşet… Kardeşim… Babam, babamız…” “Anladım, ağabey, metin ol yalvarırım, anneme mukayyet ol, ben ilk uçakla geliyorum.” dedi Neşet, babama benzeyen sesini titreterek. Telefonu kapatınca Emin ağabeyin kıpırdayan dudaklarını gördüm karşımda: “Haydi kalk. Anonsa gitmek lazım Musa.”
Emin ağabey ile anons için belediyeye gittik. Bir kâğıt uzattılar. Yazdım:
“Sait ile Süheyla Gemici’nin oğlu, Gülkader Gemici’nin eşi, Musa ve Neşet Gemici’nin babası, müzik öğretmeni, türkü sevdalısı Müşfik Gemici Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi yarın öğlen…”
Kâğıttaki yazıya göz atan donuk bakışlı bayan “türkü sevdalısı” kısmına itiraz etti. Israr ettim, küfür ettim; yine de olur vermedi. Emin ağabey araya girdi. Çıktık, eve döndük.
Eve girer girmez tekrar babamın yanına vardım. Karşısındaki koltuğa oturup onu seyretmeye daldım. Yanık yanık söylediği türküleri duydum, Neşet’le bana bağlama çalmayı öğrettiği anlardaki müşfik sesini işittim, bahçedeki akşam yemeklerini süsleyen askeri bando anılarını dinledim, anneme takılıp “Bu ‘Kader’ bana hiç ‘Gül’mez mi arkadaş?” deyişini andım, dedemin yadigârı divan bağlamayı okşayarak gizli gizli dertleşmesini hatırladım… Bütün bunlar artık olmayacak mı? Gönül Dağı, Giresun’un İçinde, Halil İbrahim, İzmir’in Kavakları… Sohbetli, şarkılı akşam safaları? Müşfik sese dökülmüş türküler artık kulaklarımıza dolmayacak mı?
Mateme meydan okuyan şen kapı zili geçmişli dalgınlığıma üşüşüverdi. Annemin “Neşet” diyen sesini duydum, kalkamadım yerimden. Sonra Neşet göründü eşikte. Bana doğru yürüdü önce, sarıldık, onun da omzunda hıçkırdım. “Ağlama!” dedi. Sonra babama yaklaştı. Elini tuttu, yanaklarına öpücükler kondurdu. Gözleri kızarmıştı; ama ağlamıyordu. Babamın elini hafifçe yorganın altına koydu ve sonra odadan ayrıldı. Ben yine yerimden kalkamadım.
Bir türlü durmayan zil sesinden ve kalabalıklaşan odadan kaçarak üst kata sığındım. Yapılması gerekenleri Neşet ile Emin ağabey hallettiler. Benim gibi babasız kalan kardeşim nasıl da dimdik ayakta… Ben ise on yaşındaki çocuk gibiyim!.. Ağlamıyor, kendini bırakmıyor, hepimize destek oluyor… O olmasaydı ne yapardım? Babamın ardından kendimi nerelere atardım?.. Neşet babam gibi; güçlü, sakin, yürekli. Atladı geldi, her işle ilgilendi, akşam güneşinin çarptığı mavi suları andıran gözlerine söz geçirmeyi bildi.
Ertesi günün sabahı öykümün yarım kalan paragrafı gibiydi, karanlığa uyandım.
Alt kata indim, kalabalığa karıştım.
Taziye cümleleri ne kadar soğuk ve bir o kadar acı…
Kederin ağırlaştırdığı bedenimi kollarıma girenler sayesinde kaldırabildim. Dört kolluyu görünce kendimden geçtim. Neşet girdi bu kez koluma. Tükenen kuvvetim yerine geldi. Yüklendik babamı, camiye götürdük, musallaya koyduk, hakkımızı helal ettik… Mezarlığa varınca okunan dualara annemin figanı karıştı. Ve toprağa emanet ettik babamı, yüreklerimizi toprakla örttük.
Sustuk eve dönünce derin derin ve uzun uzun. Babamın yokluğuna içerleyen evimiz de bizler gibi suskundu. Hazin bir sükûtun sardığı duvarlar arasında hepimiz farklı köşelere çekilmiştik. Ben üst katta, annem mutfakta, Neşet oturma odasında… Sessizliği ezip gelen bir bağlamanın feryadı yetişti kulaklarıma. Dede yadigârının sesi bu! Babam mı geldi acaba?
Sesi takip ettim, alt kata indim. Oturma odasının kapısı aralıktı.
Yaklaştım. Kapının aralığından bakışlarımı yönelttim.
Neşet ağlıyordu, Neşet’in dili “babam” diyordu.
Ve Neşet babamızı bağlamasına gömüyordu.
bir garip yolcu says:
“ben anlatıcı”nın tercih edilmesiyle, öyküden ziyade anıya benzemiş. herhangi bir cenazeye katılan bir insan hemen hemen bu öyküde anlatılanlara şahit olur.” Taziye cümleleri ne kadar soğuk ve bir o kadar acı…” gibi klişe cümleler ve tahmin edilebilir bir son… çağın gerisinde, basit kurgulanmış bir acemi öyküsü…