Numan Altuğ Öksüz – Eceli Gördüm
Hocam Abdullah Harmancı’ya
Mübarek cuma günü… Ayaklarımı yıkayıp abdestimi tamamladığım anda müezzinin sesi camlardan süzülüp evin içine aktı. Teyzemin hediyesi Bursa işi havluyla bileklerimi kuruladım, çoraplarımı ayağıma geçirdim, salanın bitmesini bekledim.
Salâ bitince terliklerimi giydim, ceketimi çektim ve camiye vardım. Yeşil demir kapının önü daha namaza vakit olduğundan tenhaydı. Adımladım, bir köşeye oturdum. Şadırvandan gelen su sesine kaptırdım kendimi. Suyun dinlendiren tınısıyla ferahlarken, su sesine inlemeler karıştı. Suyun sesi başkalaştı. Etrafıma bakındım. Benden başka duyan yok gibiydi. İyice kulak kesildim. Su sesi, inlemeler… Şadırvanın altı tuvalet. Acaba oradan mı geliyor suya acılık katan iniltiler?
Şadırvanın etrafında yarım tur dolandım. Tuvaletin kapısına varınca dondum kaldım. Yerde uzun bir sakal, yeşil bir takke, mavi bir gömlek… Her namazda arkasında saf tuttuğum Müezzin İsmail Amca sol omzunun üzerine yığılmış yatıyordu. “Ahhh, ahhh, kurtarın.” Biraz evvel suya karışan sesler şimdi doğrudan kulaklarıma çarpıyordu; hem de daha acı bir şekilde. Hemen dizlerimin üstüne çöktüm. İsmail Amca’yı sırtlamak istedim; beceremedim. O ellerime sarıldı, bakışları gözlerime süzüldü, nefesle boğulan kelimeleri dudaklarından boşluğa düştü.
Bağırdım, çağırdım… Duyan olmadı.
İsmail Amca’nın elleri pazılarıma yapıştı. Hayat kadar sert bir tutuştu bu; etim acıdı. Tenime saplanan parmakları Azrail’le yaptığı cenkte yardım arar gibiydi.
Kendimi yırttım… Gelen olmadı.
Beyazı sararan gözleri gözlerime ilişti. O an hayatı anladım, zamanı kucakladım, eceli gördüm. “Bırakma beni.” diyordu bakışları, bana sığınıyordu İsmail Amca. Ben kimim ki? Gücüm ne ki? Neye yeter ki?
Genç bir gölge düştü İsmail Amca’nın yüzüne. O da bağırdı, çağırdı. Olmadı. Koştu etrafı ayağa kaldırdı. Tuvaletin önü bir anda kalabalıklaştı. Sırtladık İsmail Amca’yı caminin avlusuna taşıdık; kavak ağacının gölgesine yatırdık. Etrafı ayağa kaldıran genç, tıp öğrencisiymiş. Öksürtmeye çalıştı İsmail Amca’yı, ceplerini yokladı, “Dilaltın nerede?” falan dedi. İsmail Amca işitmiyordu onu; sarı gözleri bana kilitlenmişti ve hala “Kurtar.” diyordu. “Ben kimim ki? Nasıl kurtarayım? Ne yapabilirim ki?”
Ambulansın çığlığı avluya çarptı. Ardından bir bayanın sesi kalabalığı ikiye böldü. “Açılın.” diyen hemşire İsmail Amca’nın ellerini ellerimden aldı. Sedye geldi, araca taşıdık. Yeni bir çığlık koptu ve ambulans yola koyuldu…
Ertesi gün, ondan sonraki gün, öbür cuma ezanın sesi farklıydı; o günden sonra hep aynı zamanlamayla, sonuna doğru camiye vardım. Terliklerimi ayakkabılığa koyup yerimi aldım. Dizlerimin üzerine çöküp başımı kaldırdım. İsmail Amca yerinde yoktu; kameti takım elbiseli bir adam getiriyordu.