Numan Altuğ Öksüz – Eksik
Öykü kitapları, öyküye yer veren dergiler ne kadar uzaklar… İdeolojiyle bütünleşmiş harfler, heceler, kelimeler… Âşık olmuyor mu artık öykücüler? Kilitli mi gönüller? Yalnızca ideolojinin pay biçtiği donları mı giymekteler? Döndüm etrafıma şöyle bir baktım. Son yıllarda çıkan kitaplarda, dergilerde, öykülerde bir şeyler eksik.
Nedir eksik olanlar? Aşk eksik, ihanet eksik, kara gözlü bir kız eksik.
Yazarlarımız aklın ırmağından besleneli ortaya çıkanlar hep siyasi nefesli. Âşık olmaz mı yeni nesil kalemler? Gönül eksik işte, eksiklik! Oysa öykücü de âşık olur; hatta öylesine tutulur ki, tutku onu ihanete götürür. Nereden mi biliyorum? Çünkü ben sevdim ve ihanete itelendim. Anlatayım mı? Anlatırsam yayımlanır mı? Okuyuculara ulaşır mı? Belki yer bulur bir yerlerde. Tıslayarak konuşan bir esas oğlan ve yüz verip uzaklaşan bir esas kız masalı anlatmayacağım…
Neyse sadede gelelim…
İlk görüşte aşka inanmamam sebebiyle birkaç gün geç fark ettim ona karşı olan hislerimi. Sempozyumda bana bakan iki büyük, derin ve siyah gözün, elimdeki kitaplara dokunan ince uzun parmakların, “Öykü yazıyormuşsunuz, okumak isterim.” diyen nağmeli sesin sahibini ikinci görüşümde anladım her şeyi. Oysa o gün anlamalıydım; katılımcılara şehri gezdiren tur otobüsüne doğru adımlarken yolu şaşırmamızdan, herkes otobüste bizi beklerken sohbete kapılıp nefeslerde kayboluşumuzdan.
İkinci görüş onun odasının resmi havasında oldu. Derginin yeni sayısını karıştıra karıştıra seminer sunumu için hocayı beklerken, üç kapı soldaki odasından sızan sureti bana doğru süzüldü. Öykülerimden dem vurduğunu hatırlayınca derginin bu ayki sayısından hediye etmek geldi aklıma. Kapıyı tıklatıverdim. Girdim ve o anda aşkı giyindim. O yoğundu, soğuktu, dergiyi tuttu ve gözlerini gözlerime hissiz bir şekilde dokundurdu. Bu muameleden sonra bütün heyecanım tarumar oldu.
Çıktım okuldan ve üniversiteyi kuşatan ıssız yollarda yürümeye başladım. Dedim ki kendi kendime “Ne bekliyordun? Onun odası var, yaşı var, tezi var, geleceği var. Senin odan yok, yaşın yok, tezin belli değil, geleceğin belli değil.” Kendimle yaptığım muhabbeti bir korna sesi böldü. Yaklaşan mavi aracın camı yarılandı, “Atla bakalım, yazar efendi.” diyen iki derin, kara gözdü. Durmadım; aşka atladım.
Bu küçük şehir o andan itibaren o kadar büyüdü ki; bazen sokaklarda kayboldum. Zamana öylesine muhtaçtım ki; akrep ve yelkovana yalvarır oldum… Ona yaşımı üç beş sayı daha büyük söyleyecek kadar meftundum, sevmiştim, korkmuştum…
Tam üç ay dört gün geçmişti mavi arabaya bineli. Telefonum ceketimin iç cebinde inledi. Öyle ki kalbim titredi. Telefonun ekranına bakmadan “Alo.” dedim ve ihanetin acısını bütün vücudumda hissettim. Arayan üç aydır unuttuğum bir çift ela gözdü. Gırtlağım düğümlendi, nefesim kesildi. O konuştu, söyledi. Haklıydı; ben gözümü onunla açmıştım, vaatler vermiştim, bekletmiştim, sevdim demiştim ki yalan söylememiştim… Ne diyeceğimi bilemedim. Telefon kapandı. Aşkın odasına giden ayaklarım tutuldu, o sırada tam karşımda bir çift kara göz durdu. Usul usul sokuldu. Ona da ne diyeceğimi bilemedim.
İşte aşk da, ihanet de, kara gözler de öyküde artık! Yani eksiklik giderilmiştir değerli okuyucular; ama böyle bitmesi de uygunken böyle bitmiyor bu öykü.
Telefonun kalbimi titretişi çok şeyi değiştirdi. O günden sonra ben ne mavi arabaya bindim ne de o odanın bulunduğu kata uğradım. Çünkü içim ihanetle yıkanmışken o kara gözlere bakamazdım. İşte bu yüzden kara ve derin gözleri bu öyküde ölümsüzleştirme kararı aldım.
İhanetimle ağlattığım ela gözleri aramak istedim; lakin hiçbir zaman muzaffer olamadım. Yetimleşen başım ile dertleşirken bazen adını anmaktayım. Ela gözleri içimde yaşatmak en doğrusu dedim; her yutkunuşumda acı acı sızlasa da yüreğim.
Bir kurban daha var unutmadan ekleyeyim. Senelerdir öykülerimi yayımladığım dergiyle ilişiğimi kestim. Neden olduğunu tahmin ediyorsunuzdur. Bu devirde aşk öyküsü mü kalmış, ideoloji eksikmiş, fazla duygu işiymiş… İnşallah bu öyküyü yayımlatacak bir yer bulurum.