Numan Altuğ Öksüz – Sarı Hayal
Iş çıkışı yorgun adımlarla evine doğru yol alırken yine aynı yere takıldı gözleri Adil Bey’in: Sarı renkli, cumbalı, camları asmalarla süslü, kocaman bahçeli eski Rum evine. Arkasına yeni kondurulan apartmanın kibirli ve yukarıdan bakışlarına aldırmıyor bu ev. Sırtını dönmüş apartmana, yüzünü de sokağa çevirmiş geleni geçeni selamlıyor. Bu selamı her gün alan Adil Bey sarı renkli, yeşil bahçeli evle alakalı hayaller kurarak devam ediyor kalan yoluna. Oturduğu apartman dairesine varınca da başlıyor eşine bu hayalleri anlatmaya:
“Bak Sevim; çeşit çeşit fide alıp dikeceksin bahçeye. Domates olur, marul olur; elma olur, ayva olur… Sonra çiçeklerle donatacaksın; menekşeler, papatyalar, kasımpatılar… Biraz yukarısında Mithat Paşa İlköğretim Okulu var. Çocukların sesi konar bahçedeki ağaçlara; ne güzel değil mi? Sokağın göremediği yere de bir masa atacaksın. Kahvaltılar, akşam yemekleri orada yenecek, kahve keyfi yapılacak, mangallar yakılacak… Kocaman bahçesi var Sevim, yazları torunlar koşturup dururlar. Kışın da cumbaya kurulup sokağı seyrederiz. Arkasına yapılan yüksek bina biraz gölge ediyor; ama olsun. Önü açık, önü sokak…”
Hemen her akşam yemekte aynı konu açılıyor ve benzer cümleler değiyordu Sevim Hanım’ın kulaklarına. Sevim Hanım herhangi bir müdahalede bulunmadan, kelimelerine çocuk heyecanı giydirerek kendisine hayranı olduğu evi anlatan kocasını dinliyordu. Celal ile Cennet evlenip ekmek kavgası için başka şehirlere yerleşince sessizleşen kocasının bu evi keşfetmesiyle birlikte yeniden canlanması memnun ediyordu onu.
“Biliyorsun Sevim; ben böyle bir evin çocuğuyum. Dedemin, Meydan’ın arkasında kalan, Büyük Cami’nin karşısındaki iki katlı konağında büyüdüm. Bahçesinde koştum, ninemle, dedemle çiçekleri suladım, çimenlerinde uyudum… Neden o güzelim konağı sattık hala anlamam. Apartman dairesinde oturmak lüks sayılıyordu bir dönem. Neresindeyse bunun lükslük? Tuttu, sattı bizimkiler dede yadigârını…”
Ertesi gün iş dönüşü her zaman olduğu gibi selamlaştı sarı hayaliyle Adil Bey. Bu kez birkaç kişi vardı evin bahçesinde. Bir afiş geriyorlardı bahçenin sıvası dökülmüş duvarına. Dikkatle baktı: “Sel Emlak’tan satılık.” Hemen bahçeye girdi, afişle uğraşanlara seslendi:
“Selamun Aleyküm, ederi nedir buranın gençler?”
“Aleyküm selam. Biz bilmeyiz bey amca, patronla konuşmalısın. Aracımız var; istersen seni yazıhaneye götürelim.
Şöyle bir düşündü Adil Bey…
“İçini de görmek gerek değil mi?”
“Haklısın amca, hemen açıyorum kapıyı.”
Kapı açılınca Adil Bey’in gözlerine tozlarla birlikte geçmiş de göründü. Bu eski Rum evine daha önce uğramıştı sanki. Her şey ona tanıdık geliyordu ve bu tanışıklık, duygularına gizli bir el gibi uzanarak onu içeri çekiyordu. Gözlerini kısa bir süre kapayıp yeniden açtığında evi dört başı mamur bir şekilde döşemişti Adil Bey. Kapının sağına portmanto, holün ortasına dikdörtgen bir masa, zemine kahverengi halılar… Burada daha önce kimin oturduğunu bilmemesine rağmen kafasında oluşturduğu çehrelere evin bir köşesinde yer verdi. Masada yaşlı ve takım elbiseli bir adam bulmaca çözüyor, sağında hanımı örgüsüyle meşgul oluyor, minik afacanlar koşturuyor, taze fasulye dolu sele ile bir genç kız süzülüyordu. Evde kimse olmadığını ancak ilk adımında gıcırdayan ahşap parkelerin yıpranmış ıslığını işitince fark etti.
Girer girmez onu geniş bir hol ve üst kata uzanan ahşap merdiven karşıladı. Merdivene varmadan evvel sağda ve solda iki kapı bulunuyordu. Sağa seğirtti. Yıkılmış mutfağı gördü. “Burada da mı altın aradılar?” diye düşündü. Kafasındaki planlara göre mutfağa şekil verdikten sonra hemen karşısındaki odaları ve merdivene yakın bulunan banyoyu inceledi. Bu kat tam istediği gibiydi. Sonra onun için daha önemli olan ikinci kata çıkmak isteğiyle merdivenin basamaklarını adımlamaya başladı. Merdiven hayli eprimişti, sallanıyordu. Adil Bey önde, emlakçı yamağı arkada ikinci kata çıktılar. Hemen cumbaya yanaştı ve şöyle bir sokağa baktı Adil Bey. Burada kahve içerek dışarıyı seyretmenin güzel olacağından emin olarak, kalan üç odaya göz attı. Geziyi bitirince arkasındaki gence “Yazıhanenize gidelim bakalım.” diyerek yeni rotayı göstermiş oldu. Araca bindiler ve yazıhanenin yolunu tuttular. Adil Bey, Gençlik Caddesi arkasında kalırken zihninde evin perdelerinin rengini bile belirlemişti.
Sel Emlak’a varınca karşısında tombul ve tüysüz yanaklı bir genç buluverdi. Daha olgun biriyle karşılaşacağını düşünen Adil Bey, gencin kibar ve yerinde saygısını beğenerek; çay, kahve faslını erteleyerek doğrudan konuya girdi:
“Bak evlat. Ben bu evi uzun süredir gelip geçerken seyreder, mutlu olurum. Fazla param yok. Hatta şu an hiç param yok. Sen bu amcana biraz yardımcı olursan ben bu evi alacağım. Merak etme; paranı çok geciktirmem. Birkaç tarla bir de emeklilik ikramiyem var. Çok değil; bir ay, bilemedin kırk gün rica ediyorum senden.”
Karşısındakini masal anlatan dedesini dinler gibi heyecanla ve dikkatle takip eden genç emlakçı, Adil Bey’e gülümseyerek; merak etmemesini, dediği süre zarfında evi kimseye vermeyeceğini söyledi. O an Adil Bey o kadar sevindi ki… Dayanamayıp emlakçının tombul yanağını babacan bir tavırla okşadı. Omuzlarından kavrayarak “Sağ ol evlat! Hiç merak etme, ben işlerin hızlanması için çabalayacağım.” diyerek yazıhaneden ayrıldı.
Saat yedi buçuğa geliyordu. Sevim Hanım’ın merakla beklediğini bilen Adil Bey, hemen dolmuşa atlayarak evinin sokağında son bulacak yolculuğuna başladı. Cama yanağını dayadı ve hayallerle gerçekleri harmanlayarak düşüncelere daldı. Sevim Hanım’dan habersiz bir işe kalkıştığı için yüreğinde burukluk vardı. Bunca sene Sevim Hanım olmadan pazara bile çıkmayan Adil Bey, onun fikrini almadan bu kadar önemli bir kararı verdiği için suçluluk duyuyordu.
Dolmuştan inip acele adımlarla merdivenleri tırmanan Adil Bey zile dokunmadan Sevim Hanım kapıyı açıverdi. Merak ve korkunun karıştığı sesiyle Adil Bey’e nerede olduğunu sordu. Adil Bey, başı öne eğik bir şekilde içeri girdi; montunu uzatarak hemen hazır olan sofraya kuruldu. Eşinin her hareketinin anlamını çok iyi bilen Sevim Hanım, mutfaktan pilav tenceresini alarak salondaki sofraya geçti. Yemek tabağının üzerindeki mor çiçekleri ilk kez görüyormuşçasına inceleyen Adil Bey, Sevim Hanım yemek koymak için tabağı alınca gözlerini eşiyle buluşturdu ve konuşmaya başladı:
“Ne desen haklısın Sevim; ama ben bu apartman dairesinde ölmek istemiyorum. Ben vefalı bir evde doğdum, huzurla boyanmış duvarları olan bir evde büyüdüm. Benim için üzülecek bir evin çatısı altında hayatla vedalaşmak arzusundayım. Bunun için senden habersiz bir işe kalkıştım. Bakmaya doyamadığım sarı evi biliyorsun. Bugün onun içini de görme şansını yakaladım. Satılığa çıkmış orası. Kızma bana ne olur… Emlakçıya gittim, pazarlık ettim, alacağım dedim. Şey, ee… Yani sen de onay verirsen. Trabzon’daki tarlaları satarız Rıza’ya. Her sene arayıp “Emiceoğli bakmaysun hiç ha bu taraflara. Sat işte bana fındıkluklari.” deyip duruyor katır herif. Hem emeklilik için de dilekçe veririm. Sen diyordun artık emekli ol diye. Toparlarız parayı. Kızdın mı bana?”
Sevim Hanım, çocuk bakışlı kocasının dokunaklı konuşmasına ve pişman bakışlarına destekleyen cümlelerle karşılık verdi. Adil Bey içindeki burukluğu ezip yüreğini sevinçle doldurunca bütün gece sarı evin içinde gördüklerini anlattı: Mutfak, banyo, hol, cumba…
Birkaç gün sonra Trabzon’daki tarlaları satması için kardeşine vekâlet vermek isteyen Adil Bey olumsuz yanıt aldı. Çünkü kardeşi Atıf İstanbul’daydı. Trabzon’daki işleri kendisi halletmek zorundaydı. Rıza beklemezdi. Hem de katır inadı tuttu mu ömrü billâh almazdı tarlaları.
Aynı gün emeklilik dilekçesini de hazır eden Adil Bey’e mesai arkadaşları görevini bırakmaması için ısrar ettiler. Dinlemedi. Amirine dilekçeyi sunarken duyduğu gurur okşayan sözcükler de onu kararından vazgeçiremedi. Emeklilik işlemleri boyunca biriken izinlerini kullanacağını belirten Adil Bey, senelerdir aynı odanın havasını soluduğu iş arkadaşlarıyla vedalaşarak kravatsız günlere merhaba dedi.
“Neden gelmiyorsun Sevim? Boş ver günü falan. Haftaya ertele, ne olmuş sıra sendeyse? Gel Trabzon havası doldur ciğerlerine. Sadece tarlalarla uğraşacak değiliz. Uzungöl’e geçer birkaç gün keyif ederiz…”
Sevim Hanım, altın gününe ev sahipliği edeceği için Adil Bey, Trabzon’a yalnız gitti. Sümela’ya çıktı, Uzungöl’de dinlendi… Babaannesinden kalan fındık tarlalarından kendi payına düşenleri amcasının oğlu Rıza’ya sattıktan sonra bir iki gün daha Trabzon’un keyfini çıkardı.
Trabzon dönüşü, ikindi vakti şehre giren Adil Bey, emlakçıya gidip en azından kapora vermek ve kendisine yardımcı olan genç emlakçıyı memnun etmek istiyordu; fakat rahatsız otobüs koltuğunun eseri olan iki büklüm beli ona eve gitmesi hususunda ısrar ediyordu. Ayrıca Sevim Hanım’ı çok özlemişti. Eşinin şefkatli, uzun kirpikli bakışları hatırına geldi ve emlakçıya yarın uğramaya karar verdi.
Seyahat firmasının servis aracında, Sevim Hanım’a kavuşmak arzusuyla yolun nasıl geçtiğini anlamayan Adil Bey, araç 19 Mayıs Parkı’nın karşısındaki araya sapınca bir çığlık kopardı. Kalbinden kopan bu keskin çığlık o kadar korkutucuydu ki şoför ani bir şekilde frene bastı, yolcular öne doğru savruldu. Korkulu ve asabi bakışlar kuşanan şoför ve yolcuları görmüyordu Adil Bey. Bir anda arabadan atladı ve acı manzarayla karşılaşan gözleri sulandı. Sarı hayali, uzun kollu, pençeli bir dev tarafından tarumar ediliyordu. Çatıya dokunan pençe evi ikiye bölmüştü. Adil Bey bir hışımla bahçeye girdi, işçilerin yanından şimşek gibi geçerek tek pençeli devin üzerine çullanmak istedi. Beş altı adım kala omzuna yapışan bir el Adil Bey’i geriye doğru çekti. “Ne yapin amca sen?” diyen ses kulaklarında yankılanan Adil Bey avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
“Ne yapıyorsunuz siz? Kimin evini yıkıyorsunuz? Benim evim o! Benden icazet almadınız. Ayıptır, günahtır. Durun!..”
Çevredekilerin sakinleştirmeye çalıştığı Adil Bey, bahçeye girdiği hızla sokağa çıktı. Dolmuş bekliyor ve sinirden titriyordu. Üç numaraya el etti. Dolmuşa bindi ve Gençlik Caddesi’nden geçerken daha birkaç gün önce hayatını süsleyen hayallerini hatırladı. Yine bu yolda gidiyordu, o zaman hayali vardı, evi vardı, neşesi vardı… Peki ya şimdi?
Elleri dizlerinin üzerindeydi ve durmaksızın titriyordu Adil Bey. Aklında çeşit çeşit düşünceler dönüyordu ve bir ucundan diğer ucuna yürüyerek yirmi dakikada varılan bu küçük şehrin içinde, bu kadar uzun süren dolmuş yolculuğuna şaşırıyordu. Şoförün aynadaki gözlerini yakalayıp acelesi olduğunu belirtmeyi planlarken Sel Emlak tabelası göründü. Müsait bir yerde inmek istedi. Dolmuşun durmasını beklemeden indi ve emlakçının kapısından içeri girdi. Sarı benziyle, kara gözleriyle, sinirden şişmiş gövdesiyle, dolu dudaklarıyla karşısında beliren Adil Bey’i gören emlakçının tombul yanakları kıpkırmızı oldu. Korkuyordu, koltuğuna gömüldü. Adil Bey kafasında kurduğu yüzlerce cümlenin büyük bir bölümünü bu korkak yüzü görünce unuttu. Sesi kanaya kanaya sordu, anlattı, söyledi:
“Neden yaptın bunu evlat? Söz vermiştin, tamam demiştin. Ben sana bugün yarın paranın yarısını verecektim. Her şeyi geç… O güzelim evin yıkılması mı yoksa hayatta kalması mı daha iyiydi? Sen bugün hem o evi hem de beni öldürdün. Yazıklar olsun!”
Adil Bey yazıhaneyi öfkeyle terk etti ve kendisini caddelere bıraktı. Paydos eden tekel işçilerinin kalabalığında dertli dertli adımladı. İlçeyi bir nefeste tüketti ve evinin sokağına yaklaştı. İçinde ölmeyi arzuladığı; fakat kendisinden önce sonsuzluğa uğurladığı hayalinin enkazının yanından geçerken durdu. Kalabalık dağılmış, yorgun düşen dev bir kenara çekilmiş, toz kokusu havaya iyice yayılmıştı. Yıkılan hayalinin karşısındaki kaldırıma yıkıldı Adil Bey. Uzun uzun seyretti bu asil ölüyü…
Gece, kaldırım taşlarını karartınca doğruldu. Ağır bir hüznün kamçıladığı nakaratını tekrar ede ede eşine ve oturduğu apartman dairesine doğru yürüdü:
“Ben vefalı bir evde doğdum, huzurla boyanmış duvarları olan bir evde büyüdüm; ne yazık ki bir apartmanın ikinci katına hapsolmuş, duygu yoksunu bir tavanın altında öleceğim.”