Numan Altuğ Öksüz – Şeref Madalyası
Birincisi galibiyet…
İkincisi mağlubiyet…
Üçüncüsü hassasiyet…
Üç öyküm var.
Doksanlı yılların başlarıydı. Ben o zamanlar küçüktüm…
Sağdan ayırdığım dalgalı saçlarımı artık serin esmeye başlayan rüzgara emanet edip henüz ders zilinin çalmadığı okula doğru yürürken yanımda son model brodvey otomobiliyle ve her daim güleç olan yüzüyle Birol Amca durdu: “Atla bakalım Küçük Müdür.” Küçük Müdür’dü lakabım. Okul müdürü olan babamın odasından bir dakika bile ayrılmamam, onunla beraber her toplantıya katılmam sonucunda edinmiştim bu payeyi. Köyde, ilçede herkes bu isimle çağırıyordu beni. Atladım hemen…
Vitesi ikiye attıktan sonra saçlarımı okşadı Birol Amca. Gülen yüzü süzülüp dudakları küçülünce şaşırdım. Bir sıkıntı misafir oldu yanaklarına. Ben onu hep gülerken gördüğümden bu haline bir hayli şaşırdım. “Ne oldu?” diye soracaktım ki, “Gidiyorsunuz he. Unutmayın bizleri.” dedi. Anlam veremedim. Bir yere mi gidiyorduk? “Yooo!” dedim. Brodveyin ön koltuğunda, Göller Köyü’nün iki kahveli bir bakkallı meydanından geçerken Birol Amca’nın sevincin ağır bastığı fakat kimi tınılarında hüznü de barındıran sesi bana müthiş haberi ulaştırdı. Babam milli eğitim müdürü olarak Çatalpınar’a atanmıştı.
Okula varınca hızla çıktım merdivenleri. Babamın odasına girip ona kocaman sarıldım. Babamın koyu lacivert gözlerinde kıvançlı bakışlar vardı. Kumral saçlarının tellerinin döküldüğü alnında vakur çizgiler oluşmuştu. Yanaklarında neşenin pembelikleri dolanıyordu. Tekrar sarıldım babama. Öptüm pembeleşmiş yanaklarından. “Evet Küçük Müdür, annene haber vermedik daha.” dedi babam ve telefonu kavrayıp evi aradı. Muştulu haberi alan annemin sevinç gözyaşlarıyla yıkadığı sesi ahizeden taştı, müdür odasının havasına karışıp duvarları aydınlattı.
Okuldan çıkıp babamla birlikte eve varır varmaz annemin sihirli elleriyle donattığı muhteşem bir sofraya kurulduk. Babamın omzuna takdirle dokunan annemin de yanakları pembe pembeydi. Fındık yeşili gözleri heyecanlı ve destekleyici bakışlarla babamın gözlerindeydi. Hem yedik hem konuştuk: Babam yarın göreve başlayacaktı, biz de onunla gidip ev bakacaktık… Onlar konuşmaya devam ederken ben bardağımı kapıp ayaklandım, televizyonu açtım, benimle yaşıt tuşlarına bastım. Babam gülerek takıldı bana: Kumandası olan yeni bir televizyon da alırız yeni evimize.”
Televizyondan yansıyan görüntüler eşliğinde kolamı yudumluyordum. Pos bıyıklı, kara suratlı bir adam geldi ekrana. Kahverengi masasına ilişti dikkatim. Karmakarışıktı masa ama bana harika bir fikir sunduğu için onu pek beğendim. Babam da böyle bir masada oturacaktı yarın –elbette daha düzenli- ve bu masaya kırmızı beyaz bir isimlik koymak gayet hoş olacaktı.
Sabaha annemin enerji veren “Günaaaydıııınnn”ı ile uyandım. Yatağıma gelişimi hatırlamıyorum, galiba televizyonun karşısında uykuyla buluşmuştum. Giyindim ve yumurtalı ekmek kokusunu takip ederek mutfağa geçtim. Tereğin önünde kâseye reçel dolduran annem, sağında çayını yudumlayan babam… Babam lacivert takımlı… Babam iki dirhem bir çekirdek… Babam pek yakışıklı… Oturdum mahmur gözlerimi babamdan ayırmadan. Yumurtalı ekmeklerden birini tabağıma alıp çilek reçelinin bordosuna buladım. Her ısırışımda yüzümde bir çizgi misali duran dudaklarımdan taşan damlalarla sofra bezine yeni desenler ekledim.
Bitti kahvaltımız. Beş kilometre sürecek olan Çatalpınar yolculuğuna başladık seksen yedi model krem renkli doğan ile. Arabamız öksüre öksüre yolun çakılını ezerken ben dün akşam aklıma düşen fikri fısır fısır anneme açtım. Sessiz nidalarla yanıtladı beni annem. Kısa zamanda babama belli etmeden anlaşıverdik. Biz anlaşmamızı tebessüm imzasıyla noktalarken Çatalpınar Hükümet Konağı çam ağaçlarının arasından arabanın ön camına doğdu. Babam sessizdi, heyecanını dikiz aynasında görünen yarım yüzünden okuyordum. Alnındaki çizgiler sürekli yer değiştiriyor, yanaklarındaki pembelik kırmızıya doğru yürüyordu.
Kucaklaştık arabadan inince, babamı uzun bir ayrılığa gönderir gibi. Oysa öğlen yemeğine kadar ayrı kalacaktık…
Annemin cesaret yüklü sesiyle babamı makamına uğurladıktan sonra kiralık ev bakmak için kaldırımlara koyulduk. Kafalarımızı bir aşağı bir yukarı hareket ettirerek ilerledik. Birkaç ev sahibi ile konuştuk, tekrar uğrayacağımızı söyledik. Ben evlerle ilgilenmiyordum, aklım isimlikteydi. Şehrin tek reklamcısına uğrayana dek annemi epey bunalttım. Sonunda girdik sokağa müzik taşıran kurşun, kalay kokulu dükkâna… Anlattık nasıl bir isimlik istediğimizi. -Kırmızı beyaz olacaktı.- “Yarına olur abla.” dedi kızıl sakalları uzun çenesinden sarkan kısa boylu bir adam. Annem bana baktı gözünün ucuyla. Yüzümün düştüğünü görmesiyle “Acil bizim işimiz.” demesi bir oldu. Sağa sola kafa salladı adam ve oluşan esinti sakallarını elektriklendirdi. Gözlerim dolmuş bir şekilde “Ama abi…” diyebildim. Kızıl sakallı yine kafasını sallıyordu ki yazıhanenin kapısından bir ses imdadıma yetişti: “Hallederim ben; ama çok iyi bir şey olmaz.” Gözlerime gelen kara bulutlar dağıldı, yerine güneşli bir çimenlik kuruldu. Sese doğru yaklaştım ve kırmızı beyaz olmasını istediğim isimliği bir de yazıhanedeki adama anlattım. “İki saat sonra uğrayın, boyası biraz kurumuş olur.” cevabının ardından annemle beraber yeniden ev aramak için sokağa çıktık.
Üç dört ev daha bulduk ve bazılarının telefonunu aldık. Saat on ikiye doğru yeniden reklamcının önüne düştük. İçim kıpır kıpırdı. Kapıda bizi gören kızıl sakallı yazıhaneye seslendi. Yazıhanenin kapısı aralandı ve isimlik boyalı iki elin arasında bana doğru süzülmeye başladı. “Babamın masasına çok yakışacak, babam çok sevinecek, öyle güzel duracak ki…” Annem çantasından para çıkarırken boyalı eller bana isimliği uzattı. Tam istediğim gibi olmuştu. Beyaz zemin, kırmızı harfler ve babamın adı: Sadık Mülksüz.
Paket yaptıramadık; çünkü boyası tam kurumamıştı. Olsun dedik, eksiksiz olsa nazara gelirdik dedik… Ve hükümet konağının kapısından içeri girdik. Birkaç memur annemi tebrik etti, beni tanıyanlar da “Küçük Müdür, yeni makamın hayırlı olsun bakalım.” diyerek başımı okşadı. Babamın odasına uzanan gri merdivenleri çıkarken öyle sevinçliydim ki adımlarımın değdiği her basamağı ebemkuşağının renklerine boyadım.
Kapıyı tıklattık, içeri girdik… Babam Atatürk fotoğrafının önünde, babam yeni masasında, babam yeni müdür, babam pembe yanaklı, babam acayip yakışıklı… Koştum hemen sarıldım boynuna ve isimliği gösterdim. Çok beğendi, çok sevindi, toprak rengindeki masasının başköşesine koydu. Sonra saçlarımdan öptü beni, kucakladı. Anneme baktı gülümseyerek ve özleyerek. Mutluydum, mutluyduk… Ceketini aldı babam sağındaki askıdan ve öğle yemeğine gitmek için seksen yedi model arabamıza doğru yürüdük.
Doksanlı yılların sonlarıydı. Ben biraz büyümüştüm…
Yüzümdeki sivilcelerin can sıkan görüntüsünün etkisiyle evden pek çıkmaz olmuştum. Okul dönüşü eve kapanıp saatlerce televizyon seyrediyordum. En saçma ve gereksiz programları bile izlemekteydim.
Kar şiirlerdeki gibi yere serilmiş, soğuk ile sıcağın uyumsuzluğu camları buğulandırmıştı. O gün yine okuldan sivilcilerimle birlikte döndüm. Çantamı, kapıdan girer girmez savurup televizyonun karşısına kuruldum. Kumandayı kapıp kanal kanal dolaştım. Hemen her gün gördüğüm saçma programlar akıyordu beyaz camda. Kardan dolayı bazen karıncalanan yayından sıradan bir gün aksediyordu koltuklarımızın çiçekli yüzlerine. Sobada yanan odunların ve fındık kabuklarının çıtırtısına karışıyordu sunucuların heyecanlı ve gereksiz sesleri. Televizyonun üzerinde bulunan, aile fotoğrafımızı taşıyan çerçeve habersizdi her şeyden… Annem koşarak geldi mutfaktan. Odaya dolan görüntülere baktı ilgili ilgili ve karnına bir ağrı girmiş gibi yüzünü ekşitti. Hiçbir şey anlamadım. “Ne oldu anne?” dedim, cevap alamadım.
Televizyondan umduğumu bulamayınca pek alakadar olmadığım kitaplarıma bakmak geldi aklıma. Kalkıp soğuğun bekçilik ettiği odama geçecektim ki telefonun sesi beni kapıdan döndürdü. Ahizeyi kaldırdım, arayan Birol Amca’ydı. Babamı sordu, “Gelmedi.” dedim. “Tamam.” deyip kapattı. “İş telefonunu bilmiyor mu ki evi aradı Birol Amca?” diye sordum televizyonun beyazımsı ışığında bir şeyler arayan ve kaşlarını devamlı hareket ettiren anneme. Yine yanıtsız kaldı sorum. Söylene söylene odama çekildim.
Saat epey ilerlemişti. Karnım acıkınca odamdan çıktım, oturma odasına geçtim. Annem hala televizyonun karşısındaydı, babam henüz gelmemişti. Bir yastık alıp sobanın tatlı gürültüsüne sessizce komşu oldum. Annem odaya geldiğimi birkaç dakika sonra fark etti. Yüz hatları gergin, bakışları tedirgindi. Bir şey söylemedi, ben de ses etmedim. Televizyon ile soba ikilisinin düetiyle incelen sessizliği paylaştık.
Bir süre sonra düet ve ince sessizlik kanarya sesiyle darmadağın oldu. Annem irkilip kapıya koştu. Ben de önemsiz adımlarla peşinden yürüdüm. Kapıyı açtı annem. Sıkıntıları açtı, haksızlıkları açtı, adaletsizlikleri açtı… Hepsi birden evimize yığıldı. Bunu yarım yıl sonra anladım.
Ağustos sıcakları sonbaharın bir an önce gelmesini arzulatıyordu. Neşesiz bir tatili bitirip Çatalpınar’a dönmüştük. Annem ve babam aylardır renklenmeyen çehreleriyle bana bir şey olmadığını söyleseler de mühim hadiselerin bulutlarının ailemizin mutluluğuna kem yağmurlar yağdıracağı korkusu sarmıştı ruhumu. Ben de renksizleşmiştim. Akşama kadar atarinin başında vakit geçirip erkenden uyuyordum.
Yine atarinin başındaydım, rakip kaleye gol yağdırıyordum. Tam yeni bir atak başlatmıştım ki kapı çaldı. Annemin “Bakıver oğlummm, ellerim unlu!” diyen yorgun sesine söylenerek doğruldum. “Kapıyı açtıktan sonra hemen dönüp golü atacağım.” dedim içimden. Koştum, kapının koluna yüklendim ve hızla kendime doğru çektim. O an atariyi, golü unuttum, hatta adımı bile. Babam… Babamın lacivert gözleri kararmıştı, yüzü kederli, derin çizgilere boğulmuştu, kumral saçları tel tel ayrılmıştı, alnı kırış kırıştı, yanakları hastane duvarları gibi soluktu, bitkindi, üşür gibiydi, yaşlanmış gibiydi… Ellerine baktım, isimlik avuçları arasında titriyordu. Konuşmadı, konuşmadık… İçeri girdi, sanki sırtında bir kambur taşıyormuşçasına ağırdı adımları. Takip ettim bıraktığı gamlı izleri. Odama doğru ilerledi. O içeri girdi, ben kapıdan mahzun mahzun seyrettim. İsimliği yüzlerce kilo havalandıran halterciler örneği zorlukla kaldırdı; kolları, ayakları, bakışları, duyguları titredi. Bana döner gibi oldu, vazgeçti. Sonunda güçlükle kitaplığın raflarına emanet etti isimliği. Sonra yanımdan suskun bir esintiyle geçerek oturma odasına seğirtti.
Dokunma Nazan! Dokunma ona! Değiştirme yerini. Oraya emanettir. Tozunu da alma! Bırak lütfen, öyle kalsın. Hem altın çamura bulansa da değerinden bir şey kaybetmez! O, boynuma takamasam da bir ömür gururla taşıyacağım şeref madalyamdır. Haydi, bırak temizliği, gel de çaylarımızı içelim.