Numan Altuğ Öksüz – Sidre
Ders ziline de az kaldı; hala gelmedi Cemile Hanım, acaba memleketine mi gitti?” diye düşünerek korkuyordu Âdem. Öğretmenler odasının ortasında yanan kömür sobasının sıcak nefesiyle ellerini ısıtıyor ve gözlerini diktiği kapıdan Cemile’nin girmesini bekliyordu genç öğretmen.
Geldi… Alnından, kemerli burnuna doğru süzülen ter damlacıkları ile birlikte Cemile acele adımlarla içeri girdi. Montunu çıkardı ve “Herkese günaydın! Geçmiş bayramınız mübarek olsun!” diyerek neşe dolu sesiyle odadakileri selamladı.
Soluklanmak için bir sandalye çekti Cemile ve çantasından çıkardığı ders notlarını düzenlemeye girişti. Âdem sobanın başında sıcaktan kızaran ellerini unutmuş, ona bakıyordu. İçinde Cemile’yle konuşmak, onun sesini duymak arzusu vardı. Ona sorular soruyordu: “Bayram nasıl geçti? Memlekete mi gittiniz?” Cemile’nin gelişiyle korkularını, sevinçlere devşiren genç öğretmenin sohbet konusu açmak adına kullanacağı sorular dilinin ucunda kaldı. Çünkü coğrafya öğretmeni Hatice Hanım, Âdem’den hızlı davranarak Cemile’ye sordu: “Bayram tatilinde memlekette miydin kızım?” Cemile gözlerini düşürdü. Biraz evvelki neşeli sesinden eser olmayan bir tonla yanıtladı: “Hayır hocam, annemler geldiler. Burada geçirdim bayramı. Okula gelmeden önce yolcu ettim onları Bursa’ya.” Bu esnada ders zili duyuldu ve öğretmenler, çocukların gülüşleriyle ısınan duvarların çevrelediği sınıflarına doğru yollandılar.
Bir zil çaldı sonra, bir zil daha… Diğerlerinden uzun olan ikinci teneffüste öğretmenler odasına yayılan çay kokusu herkesi memnun etmişti. Sohbetle birlikte çaylar yudumlanıyordu. İlk bardaklar bitince Cemile ayaklandı ve sobanın üzerindeki bakır demliği kavrayarak boş bardakları doldurmaya başladı. “Âdem Bey size de doldurayım mı?” Genç öğretmen bu soruyu naif bir tebessümle ve başını sallayarak yanıtladı. “Bugün okul çıkışı bir yerlere davet etsem gelir mi ki?” düşünürken kulaklarına Hatice Hanım’ın ince cümleleri dokundu: “Kızımız da pek hanım, maşallah, maşallah!” Odadaki diğer öğretmenlerin de tasdiklediği bu tatlı cümlelere, Cemile utangaç bir tebessümle karşılık verdi. Âdem ise kızarır gibi oldu. “Ah şu Hatice Hanım! Sanki içimi okuyor.”
Üçüncü, dördüncü, beşinci… Ve çıkış zili. Çocuklar koşarak kapıya doğru hücum etti
ler. Çocukların ardından sınıfın kapısından çıkan Âdem iki kapı ötede, öğrencilerin arkasında ilerleyen Cemile’yi gördü ve adımlarını hızlandırdı. Öğretmenler odasına varmadan evvel ona yetişti. Yan yana atılan birkaç adımın ardından Âdem kendisinin de inanamadığı bir cüretle Cemile’ye doğru dönerek “Müsaitseniz bir yerde oturup konuşabilir miyiz?” deyiverdi. Cemile’nin şaşkınlığı, yüzünde ortaya çıkan çizgilerden belli oluyordu. Bir seneye yakın zamandır selamlaştığı, sohbet ettiği, aynı havayı soluduğu iş arkadaşının söyleyiş şeklinden niyetini anlamıştı sanki. Âdem bütün cesaretini toplayarak devam etti: “Bugün olmazsa başka bir gün, siz ne zaman uygun olursanız.” Cemile başını öne eğdi, yanaklarının rengi değişiyordu. Âdem onun gözlerini görememenin endişesiyle yoğrulmuş onarıcı cümleler kurmaya hazırlanırken Cemile başını kaldırdı ve küçük dudakları mahcup mahcup kımıldadı: “Âdem Bey, malumunuz burası ufak bir yer. Dikkat çekmek ve insanların bakışlarıyla boğuşmak istemem.” Âdem hüzünle ağırlaşan kirpiklerini yere eğmek üzereyken Cemile cümlesini tamamladı: “Yani burada olmaz. Yarın cumartesi, eğer size de uygunsa şehirde buluşabiliriz.”
Saatin alarmı çalmadan cumartesiye uyandı Âdem. Odasına sızan güneş ışıkları onu hiç bu kadar mutlu etmemişti. “Bu cumartesi başka bir güzel. Güneş sana da teşekkürler. Kaç gün sonra yüzünü gösterdin. Sahilde yürüyelim diye değil mi?” diye geçirdi içinden. Tıraş oldu, duş aldı, saçlarını taradı, kıyafetlerini giydi… Zaman geçmiyordu. Biraz televizyon izleyerek oyalandı. Ardından sarı ışıkların bezediği sokaklara attı kendini. Buluşma saatine bir hayli zaman olduğundan şehre giden minibüslerin kalktığı durağa kadar yürümeye karar verdi. Her adımında heyecanı katlanıyordu. “İnşallah minibüste karşılaşmayız. Ayrı gayrı oturup yol almak çok can sıkıcı olur.”
Durağa yaklaşınca, genç öğretmen meraklı bakışlar kuşandı. Bahardan kalma bu sarı günü şehirde geçirmek isteyen kalabalığa yanaşarak önce insanları süzdü. Cemile kalabalığın içinde değildi. “Hocam sen öne buyur.” diyen Şoför Haşmet’i kırmadı ve öndeki ihtiyarın yanına oturarak şehirde son bulacak yolculuğuna başladı.
Yol boyunca Şoför Haşmet ile sohbet eden Âdem, deniz kokusu minibüse dolunca şehre yaklaştığının farkına vardı. Camını biraz daha araladı, deniz kokusuyla ciğerlerini doldurdu. “Cümleten geçmiş olsun.” diyerek yolculuğun sona erdiğini belirten Haşmet’e bir selam çakarak Cemile’yle buluşacağı kafeteryanın sokağından geçen yirmi üç numaralı otobüsü beklemeye başladı.
“Kahve Denizi… Cemile’nin söylediği yer burası demek. Daha yirmi dakika var. Girelim bakalım.” Âdem mekânın geniş kapısından adımını atar atmaz kırmızı yelekli bir garson tarafından karşılandı. Onun tariflerini ve açıklamalarını dinledikten sonra denizi gören ikinci katta beklemeyi uygun buldu. İkinci kata çıkıp manzaralı bir masaya oturan Âdem, arkadaşını bekleyeceğini söyleyerek şimdilik servis açılmamasını rica etti. Yüksek tavanından avizeler sarkan bu güzel mekânı çok beğendi genç öğretmen. En çok da tenhalığını sevdi. Sadece birkaç masa doluydu.
Ve Cemile göründü. Âdem karşılamak için ayağa kalktı. Omuzlarına düşen siyah saçlarıyla ve güneşle uyumlu sarı elbisesiyle kendisine doğru yürüyen Cemile’ye bir kez daha hayran oldu. “Umarım çok bekletmedim Âdem Bey.”
Cemile’nin geldiğini gören garson hemen masaya yaklaştı ve servis açtı. Cemile şekersiz bir kahve söyledi, Âdem de ona uyarak “Aynısından.” dedi.
“Gerçekten çok güzel bir yermiş burası Cemile Hanım. Daha önce hiç gelmemiştim. İsmi de manzarası da harika.” “Ben sık sık gelirim buraya. Sessizliği, sakinliği, denizi gören yüzü, kahvesi bağımlılık yaptı bende. Buranın sahibi emekli bir öğretmen biliyor musunuz? Tanışma fırsatımız olmuştu geçen gelişimde. Kahve Denizi ismini de bu kattan denizi seyrederken koymuş. Önceleri farklıymış mekânın ismi…”
Kahveden, Kahve Denizi’nden, manzaradan, eğitimden, ilçenin durumundan… Birçok konudan bahsetti Âdem ve Cemile. Ta ki Âdem sandalyesini düzeltene ve ellerini masanın üzerinde kavuşturana dek. Bu andan itibaren sessiz dakikaları yaşamaya başladılar. Cemile denize doğru daldı; Âdem ise Cemile’nin yüzüne. Sol elinde kahve fincanı bulunan Cemile’nin sağ eli masanın üzerinde hareketsizce duruyordu. Âdem dakikalarca düşündü: “Elini tutsam mı? Yanlış mı olur? Sadece konuşmalı mı?” Kalbinin gümbürtüsünü derin bir nefes çekerek hafifletmeye çalışan Âdem, sonunda tereddütlerini mağlup ederek sol elini Cemile’nin masanın üstünde duran sağ eline doğru uzattı. Âdem’in parmakları, parmaklarına değer değmez denizi seyreden Cemile, patlayan bir tüfeğin sesini duymuş gibi irkildi ve elini geri çekerek masanın altına sakladı. Âdem yüreğinden dudaklarına taşıdığı sözcükleri yuttu, korkuyordu. Cemile’nin yüzü donuk bir ifadeye mesken olmuştu. Ne yapacağını bilemeyen Âdem, Cemile’nin yanaklarından süzülen yaşları görünce iyice panikledi. “Özür dilerim, gerçekten özür dilerim. Affedin beni.” demek istedi; fakat başaramadı.
Sessizlik uzun süre devam etti. Âdem masaya gömdüğü bakışlarını Cemile’ye doğru yönelttiğinde biraz önce hayran olduğu kadını tanıyamadı. Cemile bambaşka bir şekle bürünmüştü, alnı kırış kırıştı, sanki yaşlanmıştı. Bakışlarını tekrar masaya doğru çevirince Cemile’nin ağlayan, hazin sesini işitmeye başladı:
“Ben bir kere sevdim Âdem Bey, çocuktum sevdiğimde. Aynı köyde, aynı mahallede, aynı okulda, aynı şehirde… Hep onunlaydım. Köyümüzdeki okulun arkasında bulunan elma ağacının altında beklerdi beni. Hem de çoğu zaman gelemeyeceğimi bilerek. Saatlerce, bazen bütün gece… Şimdi de bekliyor: Sidrenin altında. Yastığa başımı her koyuşumda buluşuyoruz onunla; sidrenin gölgesinde. O şehit düştüğünden beri memlekete hiç gitmedim, gidemedim. Çünkü o elma ağacını görmeye dayanamaz yüreğim. Bunca hatırayı nasıl terk ederim? Beni her daim bekleyen o güzel insana nasıl ihanet ederim? Ona çok benzetiyorum sizi. Yürüyüşünüz, tavırlarınız, elleriniz onunkiler gibi. Belki de bu yüzden kabul ettim buluşma teklifinizi. Affedin Âdem Bey; ne olur affedin beni.”
Cemile sandalyesini geriye doğru itti, ayağa kalktı, bir süre Âdem’e baktı ve ıslanmış gözlerini avuçlarıyla kuruladı. Sonra sessizce uzaklaştı. Âdem bütün bunlar olurken başını kaldıramadı. Önünde duran fincanın içindeki telveyi dağıtan gözyaşlarıydı.