Orhan Onuk – Lavanta Kokusu
Dayımı anlatacağım, onun odasındayım.
Bu oda lavanta kokar ben bildim bileli. Pencereyi aralayıp perdeyi sonuna dek açtım. Yatağa uzandım. Yağmurun sesini dinledim. Sadece yağmurun sesi vardı; yapraklara, dallara, toprağa, otlara, taşlara ve terk edilmiş evlerin çinko çatılarına düşen damlalar… Evleri saran dumandı karanlık. Mayışmış, gözleri mahmur ağaçlar ve kuşlar ayakta sallanıyorlar, uyku getiren bir müzik… Bu odaya her geldiğimde okuduklarım yine elimde. Dayımın aldığı notlar, yazdığı şiirler, karalamalar, aforizmalar, mektuplar filan.
Olabildiğince zayıf bir adamdı dayım. Yanakları içine göçmüş, elmacık kemikleri, yüzünden ileri bir adım atmıştı sanki. İki eli cebinde, parmak uçlarına bakarak yürürdü. Saçları alnının iki yanından döküktü. Sivri gözlerini kısarak bakardı birisiyle konuşurken. Elinde sigara kırmızı boğazlı kazağıyla yatakta uzanıp yazdığını hatırlıyorum. Yazarken gördüğüm ilk kişiydi dayım.
Sigara içmem ama dayımın gümüş çakmağıyla bir sigara yaktım.
Eskiden yandaki küçük odada kalırdım. Oda, içine zar zor sığdırılan tek kişilik bir divanla dolmuştu. Tabut hissi veren odanın kapı arkasındaki askılığına bir de dört beş sıra üst üste asılmış kazaklar, montlar, etekler ve dedemin Alamanya’dan getirdiği çeşit çeşit bereler asılıydı. Odanın tabanında dikkat edince görülebilen, bir insanın sığabileceği büyüklükte bir kapak vardı ve bu kapağı açınca dimdik merdivenler görülüyordu. Aşağıda bir yere götüren bu basamaklar benim için muazzam bir korkuydu. Geceleri kapağı açıp gizlice karanlık yere bakıyor, kokluyor, dinliyor, yüzüme vuran serin havayı hissetmeyi tutkuyla seviyordum çünkü annem dayın artık orada yaşıyor demişti, kar yağıyordu.
Dayımın odasında, demirden kocaman işlemeli başlıkları olan, eski bir karyola var. Üstüne uzandığımda cansızmışçasına durgunlaşıp çocuk olmama rağmen hüzünlenirdim. O yaşlarda bu hissin adını koyamıyordum. Bugün süslü demir başlıklarını izleyerek uzandığım şu anda bile aynı hissi anımsayarak irkiliyorum. Karyolanın karşısında cilası iyice matlaşmış sürgülü kapaklı bir gardırop var. Koyu yeşile boyalı, yere yakın olduğundan dışında demir korumalıkları olan iki kanatlı pencereden gün boyu hiç güneş gelmez. Karanlık ve rutubet, pencereden görünen manzarayla birbirlerini tamamlar; devamlı sis içinde olan uzaktaki sık ormanlık, evin az ötesinde dört büyük, kalın ve şekilsiz kalaslar üstünde yine şekilsiz tahtalarla etrafı çevrilmiş bir merek, mereğe götüren taş kaplı bir patika… Odanın duvarları deniz manzaralı duvar kağıtlarıyla kaplı; sahile vuran ışıl ışıl dalgalar, uzakta palmiye ağaçları… Duvar kağıtlarındaki dalgalar, palmiye ve suni güneş dayımın yaşamak istediği yer mi? Öcülerden korkan çocuk yastığın altına sakladığı feneri yakar. Koku boğazımı yakıyor.
Yatağın karşısındaki gardırobun gözlerinden birinde defterler, kitaplar, dergiler, mektuplar, fotoğraf albümleri ve ıvır zıvır eşyalar var. Her yıl bu odaya uğradığımda, tüm eşyayı tek tek incelerim, gardıropta dayımın kıyafetleri hala duruyor, boğazlı kazağı, kot pantolonları, bahçede çalışırken giydiği gömlekler…
Burada değişen tek şey eşyanın yaşlanması. Karyolanın başı ve pencerenin demir korumalıkları paslanmış, duvar kağıtlarının köşeleri sıvadan ayrılıp bükülmüş ve bazı yerleri aşınıp silinmiş. Merek, rüzgar ve yağmura yenilip eğilmiş, gardırobun sürgülü kapakları da artık daha güç açılıyor ve cilası tamamen silinmiş.
Şimdi oda, pencereden gelen soğuk havayla buz gibi oldu. Dedem ve ananemin yanına gidip kuzinenin sıcağına sığınmalıyım. Eskiye dair sorular sorup dedemi konuşturmalı, hoş sohbetinin lezzetiyle çayımı içmeliyim. Belki ananem kuzinede fındık bile kavurur. Dayımın karyolasına uzanıp yattığımda ananem her zamanki gibi gelip üstüme iki tane yorgan verir. Dayımın turuncu gece lambasını açıp şiir okurum.
Belki sabah kar yağar, dayım küçük odadaki merdiveni çıkıp yanımıza gelir, kuzinenin başında çay içeriz.