Öznur Dinler – Hayat Tek Başına Yürüdüğün Yol
Sokağın başında durdurdu arabayı, birkaç dakika öylece baktı inmeden. Park etmek için uygun değildi burası, biraz daha ilerledi. “Hah tamam, burası iyi.” Kontağı kapattı. Sanki yeryüzünde yeni bir yer keşfediyormuş gibi heyecanlıydı. Arabadan indi, önce etrafı seyretti. Derin bir nefes aldı…
Tam 25 yıl sonra yine buradaydı. Gelmesiyle tamamlanacak eksik bir şeyler olduğunu düşünmüştü. Bunca geçen yıldan sonra boşu boşuna buraya sürüklenmemişti elbette. Hayatta her şeyin bir anlamı varken bunun anlamsız olduğunu aklına getiremezdi. Onca yeri gezmiş, tahmin edemeyeceği ülkelere gitmiş ama şu sokağa girdiğinde hissettiği heyecanı hiçbirinde duymamıştı. Bu, çocukluğunun sokağıydı. Değişen çok şey vardı ama yine de baktığı her yerde tanıdık izlere rastlıyordu. Sesler, kahkahalar, kavgalar, koşuşan çocuklar… Hepsi de hafızasından sayılı saniyeler içinde gelip geçti.
Zamanla pörsümüş, üstünde yaşanmışlıkların izi olan bir evin karşısında duruyordu şimdi. Bu ev eskilerdendi, önünde bekletti bakışlarını. Bahçe kapısından giriş kapısına kadar olan bölümün üstü asma güllerle kapatılmıştı. Gerçi ortada güller görünmüyordu ama girişin tamamı sararmış, kurumuş yapraklarla çevrili olduğundan buradan girene sanki bir koridordan geçiyor hissi verirdi. Avlu duvarından sarkan küçük, beyaz çiçekli bitkinin adını bilmese de kokusu tanıdık geldi. Mevsim sonbahar olmasına rağmen hâlâ arada kalan tek tük çiçekleri görebiliyordu. Öyle hemen boyun eğen cinsten değildi anlaşılan. Bahçenin içine biriktiği kadar dışında da duvarın dibine dökülen kurumuş, bir tarafı kırılmış, sarı yapraklar yoldan geçenlere hüzün aşılar gibiydi. Sonbahar hazan mevsimiydi ya… Hüznü perçinlerdi hani… Ayrılıktı bir nevi… Yürümeye devam etti. Her an karşısına tanıdık bir sima çıkacak, hiçbir şey olmamış, onca sene geçmemiş, hâlâ çocukmuş gibi “Hoş geldin Mehmet oğlum…” diyerek kollarını açıp sanki içeri buyur edecekti. Ya da öyle olmasını umuyordu sadece… Belki de kalmamıştı o günlerden bu günlere gelen biri. Hem kaldıysa nerden tanıyacaktı ki? Tanınacak halde değildi. Onca yılın izleri birikmişti tüm bedeninde, ellerinde kırışıklıklar, alnındaki çizgilerle birlikte şakaklarına kadar inen beyazlar vardı yüzünde… Belki görmeyi iyi bilen biri denk gelirse gözlerindeki çocukça gülümsemeden fark edebilirdi…
Hava soğuktu. Pardösüsünün yakasını kaldırdı, ceplerine sıkıca sarıldı. Nereye doğru yürüdüğünü bilerek adımladı yolu. İşte gelmişti. Burası yemyeşil bir futbol sahasıydı bir zamanlar, şimdi yerinde yeşille birlikte birçok rengi taşıyan kocaman bir bina vardı. Betonun soğukluğunu kapatmak için mi böyle rengârenk boyamışlardı acaba?
“Kaleye doğru koşuyordu bir çocuk, ayağında sürüklediği topu alabilmek için önüne geçenleri bir bir çalımlayıp kavuşturdu topu fileyle. Sevinç çığlıklarının yanında golü saymayan karşı takım oyuncuları, kavgalar küsmeler sonra bir şey olmamış gibi omuz silkerek barışanlar, hava kararınca yarın yine oynayalım sözü vererek evlere dağılan afacanlar…”
Bir tebessüm yerleşti yüzüne…
Kış geldiğinde bu düzlük ne kadar pürüzsüz olurdu. O zamanlar kışı karsız düşünmek mümkün değildi. Bembeyaz bir örtü kaplardı her yeri, çocuklar için kartopu oynamanın, kardan adam yapmanın dışında kim vücut şeklini en düzgün çıkaracak diye girilen iddialar, kara yatırılan çocuklar ve yatıranların zafer çığlıkları vardı… Bu sokağın çocukları bilmiyordu demek bunları. Koca binaların bacalarından tüten kalorifer dumanlarına bakılırsa daha bilmedikleri birçok şey…
Az ilerde duran arabadan inen bir kadın çarptı gözüne. Bakımlı olduğu her halinden belli olan bu kadının, markalı çantası ve ona uyumlu ayakkabısı tamamlıyordu şıklığını. Arka koltuktaki alışveriş paketlerini eline koluna sıkıştırmaya çalışıyordu. Acaba o da gizlemek istediği bir karanlığa sahipti de bu yüzden mi bu kadar göz alıcıydı? Hazır yemek paketini de burnunun hizasına yerleştirip önünü görmeye çalışarak attı adımlarını, apartmanın ikinci kat ziline basıp bekledi. Pencereden on yaşlarında olduğunu düşündüğü sarı saçlı bir kız çocuğu ‘Kim o?’ diyerek uzattı kafasını ve cevabı beklemeden içeri koştu. Otomatik açılınca kadın kapıyı ayağıyla iterek içeri girdi.
Hayat olmadığın yerlerde de devam ediyor, diye düşündü. Çekilmez dediğin anlara, yaşanmaz dediğin yerlere inat, olmadığın yerde daha hızlı akıyordu. Sanki daha telaşlıydı insanlar, bir şeylerin peşinde gibiydiler. Ellerinden kaçanı yakalamak istercesine yetişmeye çalışıyorlardı demlere… Sormadan sorgulamadan hep daha fazlasını elde etmek hep daha fazla biriktirmek olmuştu dertleri… Ve akşam olduğunda yorgunluktan bitap düşen bedenleri, televizyon karşısında elinde kumandayla uykuya dalıyordu, evde olup bitenden bihaber ama hayatın içindeydiler bir şekilde.
Yağmurlara imrenip tap tap toprağa vurmak, çamura bulanmak, bazen karda izler bırakarak yatıp yuvarlanmak, burnun kızarıp soluğun kesilene dek koşup oynamak çocuklar gibi… Bu yaşıma rağmen ne güzel olurdu diye düşündü. Bunlar kalbinin bir köşesinde birikmiş duruyordu öylece. Azaldıkça çoğalan bir şeydi bu çocukluk, oysa ne yağmur vardı ne kar vardı, fütursuzca harcanabilecek…
Yolun sonuna geldiğinde yanında yol arkadaşı olmamasına hayıflandı. İçinde sıkıştığı bu zaman dilimini bir nebze olsun gevşetebilecek bir arkadaş olsa fena mıydı? Sonra dudak bükerek hayıflanmasına hayıflandı. Ne olacaktı ki olsa? Yol bittiğinde ayrılmayacaklar mıydı yine? Hem hayat da bir yol değil miydi tek başına yaşanan… Onunla birlikte var olan her şey vakit dolduğunda kaybolmayacak mıydı? Eninde sonunda terk edilmeyecek miydi? İyi ya da kötü izlerle süregelen hayatımızda var olan her şeyin hepsinde yalnız değil miydi insan… Önemli olan kalbi korkutmamak, ürkütmemek, üşütmemek, kısacası korumak değil miydi? Avucunu sol yanına bastırdı, bir elektrik dalgası geçmişti içinden. Titredi. Çok şükür bu sokak gibi ıssız değilsin diyerek dönüş yoluna girdi…