Safiye Gölbaşı – İsimlerimiz
İki ismi yan yana koyuyor Serazat. “İsimlerimiz,” diyor “ne kadar da aynı.” Evine kaçıyor. “Başka bir şeyimiz değil galiba.” Koca insan bir böcek deliğine nasıl sığıyor? Başka yerde, ne yapsın nefes alamıyor. Deliğin içine iyice yerleşip tozla örtüyor üstünü. Başlıyor. Nefes al ve ver. Tek yaptığı, bu giderek daha daha daha da tozlanan delikte nefes alıp vermekken onun adını nereden duydu, nasıl?
“Ben,” diyor “sana” sanki karşısındaymış, o da kendisiyle beraber, aklının içinde, bu tozlu böcek deliğine girmiş gibi, “en çok sen benden uzaklaşıp giderken bakarım. O zaman görürüm saçlarını. ‘Bu Hürendiş’in saçları’ derim ‘ne kadar da uzun.’ Bu dememe gerek yok aslında, başka Hürendiş tanımadım çünkü. Hürendiş… İsmin… İsimlerimiz… İsimlerimizde bir coşku var sanki, bir kudret, değil mi? Bende zerresi yok. Halbuki bir şeyler doğabilir her an, sırf ismini bildiğimden sebep.” Uykuya dalıyor.
Uykuda gibi yaşıyor zaten. Her şey olağanüstü yöresinde, yanında konuşulan dilleri bile anlamıyor bazen. Hangi dille hayır dese Hürendiş’e?
“Eğer” diyor “birbirimize yaklaşırsak, her yakınlaşmadan olduğu gibi bu yakınlaşmadan da bir şeyler doğacak ve evet sadece isimlerimiz bile yeterdi beraber bir şeyler doğurmaya ama ben çoktandır ölüyüm. Dipdiri bir ölü. Sen ne zaman geldin mesela bilmiyorum. Ben mi sana geldim yoksa? Sen mi sordun: İsminiz? Ben mi sordum acaba? Hatırlamıyorum. Ben sormamışımdır ama hiç zannetmiyorum. “
“Haksızlık yapıyorsun bize.” diyor Hürendiş.
“Haklısın,” diyor Serazat, “haksızlık yapıyorum. Ama sana. Her şey başka olsun isterdim çünkü. İsmin ve saçlarından başka her şey desem daha doğru olacak sanki.” Kolayca söylenecek cümle değil bu, Serazat söylemedi de içinden mi geçirdi?
“Sadece biraz geç kaldık.” diyor Serazat mı Hürendiş mi?
“Belki sen de benim gibi bir ölüsündür.” diyor Serazat. “Ben tam diri olmadım hiçbir zaman, yarı ölüydüm zaten, yaşaya yaşaya tam öldüm. Belki sen de bir gün ansızın ya da azar azar ölüp yer yüzünde kalanlardansındır. Varsın uzun olsun saçların bu yaşadığını göstermez ki. Benim de mesela pek biçimlidir elim ayağım. Umurumda mı? Onlara da mı haksızlık yapıyorum yoksa? Onlar için makbule geçecek ne yapabilirim ki peki?”
“İsimlerimiz demiştin Serazat.” diyor Hürendiş Serazat’ın nerede yaşadığını bilmiyor, bütün hayatının bir böcek deliğine sığdığını. Serazat, Hürendiş’in evini düşünüyor.
“İsimlerimiz deme bir daha.” diyor Serazat. “Bir şey doğmuş olacak öyle dersen. Bir kelime dahi olsa doğmasın bu yakınlıktan. Çünkü bir kez bir şey doğmaya başlamışsa iki insandan bunun sonu gelmeyecek asla. Oysa hayal kırıklığından başka bir şey veremem ben senin kucağına.”
Uykusundan uyanıyor. Delikteki tozla çıkıyor dışarı. Yürüyor. Aklında rüyası.
“Neden,” diyor kendi kendine “neden ben ve sen umurumda değilken bizden -biz derken bile elimde değil bir şey doğuyor- doğacak olan şey, şeyler neden umurumda? Varsın ucube ölüler çıksın bu yakınlıktan ortaya, eğri büğrü çizgiler, yamuk yumuk şekiller çıksın. Neden içim el vermiyor buna? İçimin yaşayan bir yeri. Neresi? Yeteri kadar ölü değilim demek ki. Yaşaya yaşaya dirilir miyim peki, daima bir şeyler doğurarak? Üstelik ‘isimlerimiz’ dedim baştan beri.”
“Saçların uzun.” diyor Hürendiş’e.
“Senin de ellerin… nasıl desem” diyor Serazat’a.
“İsimlerimiz.” diyorlar aynı anda.