Sait Mermer – Metnin İmanı
Hıristiyan diye, İsa’yı doğru okumayana denir, Yahudi diye Musa’yı doğru yazmayana denir. İsa, göze hitap etti; Musa, kulağa. Metin (İncil), İsa’yı gözlerin nasıl görmesi gerektiğini tarif için nazil oldu. Tevrat, Musa’nın nasıl işitileceğini tarif için Benî İsrail’in eline verildi. Musa da, metni koruma adına var oldu. İsa, olağanüstüdür. Aksine Musa, çok sıradandır. İkisi de Rasül’dür. Firavun’u Musa’nın bu sıradan görüntüsü aldattı. O’nu sarayına rahatlıkla, hiç şüphe etmeden aldı. İnsanların, hele Firavun gibilerin peygamber beklentisini tahmin edebilirsiniz. Olağanüstü bir bekleyiş içine girer insanlar. Firavun, “Kimmiş beni devirecek adam?” diye sorduğunda, düşmanı hakkında zihninde canlandırdığı o güç modelini varın siz tahmin edin. Üstelik bu Zat, kölelerin içinden çıkacak, düşünebiliyor musunuz? Firavun’daki gerilimi ve bu gerilimin neticesi alacağı tedbirleri tahmin edin; sert tedbirler bakımından. Öyle de yaptı. Binlerce Benî İsrail’den doğma erkek çocuğunu “Belki bu Musa’dır.” diyerek öldürttü. Bire karşılık binlerce… Kendisini helak edecek o Zat gelmesin diye işlediği cinayetlerin korkunçluğuna bakın. Beklentinin büyüklüğü ile orantılı bu durum. Çünkü Firavun kendisini de benlik karanlığının içinde büyütmüş ve kendisinden başka bir varlık, cevher görmüyor. Ama tersi oluyor, Musa’nın sıradan görüntüsü içinde kendisinin başına iş açacak gücünü fark edemiyor. Musa, sarayında büyüyor, O’nunla oturup kalkıyor. Ne zaman iktidar tehlikeye girdi o zaman fark ediyor. O zaman da iş işten geçmiş oluyor. Firavun ters köşeye yatıyor. Ama hâlâ Benî İsrail’in gözü kapalı, kulakları tıkalı. Musa bir Rasül. Halbuki, Firavun’un nasıl devrildiğini gördüler, kölelikten nasıl kurtulduklarını yaşadılar, Musa’nın gücünün farkındalar. Settâr olan Rabb hep örtüyor, göstermiyor, imtihan ediyor. Firavun, dünyasını kaybetti, biraz sonra Benî İsrail de kaybedecek. Mısır’dan yanlarında getirdikleri kıymetli mücevherleri, Samîri isimli bir adama veriyorlar, O da el çabukluğu ile onları eritiyor, eriyiğin içine Cebrail’in bastığı yerden toprak alıyor ve içine katıştırıyor, o eriyiği buzağı şekline sokuyor. Cevheri katı madde, maden olan buzağı da böğürmeye başlıyor. Buzağının böğürmesi, Cebrail’den gelen cüz’i diriliktendir . Bu diriliği Benî İsrail, Musa’nın diriliğine tercih ediyor. Musa, Firavun’u devirebilecek kadar güçlü bir nebevî diriliğe sahipken bunlar O’nun başlarında olmayışını fırsat bilerek buzağıya meylediyorlar, Musa’yı terk ediyorlar. Çünkü göremiyorlar. Yazı gerek; “Yazı” geliyor; Tevrat yazılı metin halinde Musa’ya vahy ediliyor; levhalar halinde. Mermer taşlar üzerinde. Az sabretselerdi, “Yazı” kendilerine okunduğu zaman Musa’yı fark edeceklerdi. Yazının gücünü, metnin gücünü göreceklerdi. Çünkü gözleri metne odaklanan, peygamberin şahsıyla ilgilenmeyen, söze kulak veren Benî İsrail tipi, salt peygamber sözünü de güvenilir bulmayacak, peygambere metne göre kıymet biçecekti. Söz, ifadenin metne geçirilmemiş hali olması bakımından, söz ile metnin arası açıldı mı sonu nereye varır?
İncil Çevresinde Metin
Batı, metnin ürettiği bir uygarlıktır. İsa’nın sözleri, nebilerin hâtemi Hz. Muhammed (a.s)’in kutsî hadislerine benzer. Yani, Allah’ın sözüne yakındır. Ruhun nefse göre Hakk’a yakınlığı gibi. Sanki Allah konuşur gibi ama İsa söyler. Allah’ın vahyi İncil, manası metni gizleyen bir yazıdır. İncil’e baktığınız zaman, metni okursunuz ama gözünüzde metin somutlaşmaz, metni kaybedersiniz. Karşınıza yeni bir metin çıkar, harfler belirir. Harf, harfi doğurur ve bu nihayetsiz bir metin akışına kendinizi salıverirsiniz. Hiçbir harfi, kelimeyi ve bu kelimelerin bütünlediği metni elinizde tutamazsınız. Kur’an’daki “huruf-u mukattaa” gibi, “müteşabih ayetler” gibi. Müteşabih ayetler ve huruf-u mukattaa, İncil’in zirvesidir. Huruf-u mukatta’adan hangisine sınır çizebilirsiniz? Müteşabih ayetlerin lafzını sabitleyebilir misiniz? İncil’in her harfi, İsa’nın tabiatından bir zerreyi imler âdeta. Ama orada kalmaz, kabuğundan çıkar, başka bir şekle bürünür. Zaman ve mekânın belirlediği bir ayırımdan uzak, mesafesiz ve süresiz geçişler yaşanır suretler arasında. Harfin girdiği her suret, aynı bir şeyde cem eder anlamı. Toplar ve dağıtır. Bu toplayış ve dağıtış, toplamak ve dağıtmak kavramlarının arasındaki farkı bile ortadan kaldıran bir eylem olarak seyrini sürdürür ama bir türlü de tam birleştirmez. Fark ile cem, cem olurlar fakat hiçbir zaman da tevhid etmezler. Harflerin, kelimelerin ve ifadelerin hareketi kontrol edilemediği gibi İsa da kontrol edilemez. İncil’e muhakemeyle değil müşahede ile yaklaşılır. Muhakeme ölçer biçer, nihai anlam verir. Müşahade, tanımın ötesindedir. Görülebildiği kadar görmeyi hedef alır ve teslimiyeti icap ettirir. Onun için metin, metin olarak kalmaz, varlığa dönüşür, varlık metne. Bu bakımdan İsa’nın sözü, İsa’nın kendisine yakın, Allah’ın sözü İncil de, İsa’nın sözüne yakındır. Hıristiyanlar, İncil’i muhakemeye tabi tuttular, ölçtüler, kayıt koydular, tanımladılar. Ellerinde tutamayacakları bir metni, Yahudi yaklaşımıyla, muhakemenin çizdiği anlam duraklarında beklettiler. O duraklarda kendi nefsî ve aklî zaviyelerinin belirlediği anlam elbiselerini o harflere giydirdiler ve o elbiselerden yeni modeller ürettiler. Allah’ın sözü ile İsa’nın sözünün lafzî benzerliği ve Allah’ın yaratması ile İsa’nın diriltmesi arasındaki varoluşsal benzerlik karşısında hayrete düştüler, muhakeme ettiler, sınır çizdiler, tanımladılar. Tenzih yoluna gitmediler. Gördükleri İsa idi ve bu yüzden İsa’dan çıkan bütün söz ve hareketleri İsa’nın şahsına hamlettiler. Ortada ne Allah’ın sözü kaldı ne yaratması. İncil de İsa’nın sözü oldu. Bütün işi İsa’da bitirdiler ve O’na “Allah” dediler. Muhakemeden ziyade müşahedeye açık bir metni, ellerinde tutma imkânını da kaybetmiş oldular. Tutamazlardı, çünkü müşahede yöntemiyle sahip olunabilecek bir metne akıl kaydı getirilirse tabiatı gereği o metindeki hiçbir harf orada durmadığı için o harfin yerine yeni bir harf ikame etmek ve yeni harfi ve bu harfin dayattığı yeni anlamı kabullenmek mecburiyeti vardır. Tahrif, harften başlar sonra kapsamını genişletir gider. İncil de öyle oldu; aslî söz kaydı, yerine “Tanrı İsa”nın sözü geçirildi. Onunla da kalınmadı, İsa’nın çarmıha gerilmesiyle birlikte İncil de çarmıha gerildi. Metnin tahrif süreci devam ettirildi, iş, sözde İsa’lığı devralan ruhbanilere kaldı ve yeni İncil’in yazıcıları da onlar oldular. Böylece İncil, “manası metni gizleyen” değil; “metni manasını yok eden” yalın bir yazı haline dönüştürüldü. Metin mananın katili olursa, metin mananın kendisi olmuş demektir. Bu da metni ören, dizayn eden zihnin putlarını yücelten bir harfler, kelimeler duvarını inşa etmek anlamını içerir ki, anlattığı şey, kilisenin duvarlarıdır, Yahudilerin ağlama duvarıdır.
Tevrat’ın Dönüşümü
Tevrat, “mananın kendisine kenetli olduğu bir ilahi metin” iken neye dönüştürüldü? Musa’ya “hayır bu sen değilsin” diyerek Risaletini “beşeriyet” kavramının karanlık kuyusuna gömen, güya bunu da Tevrat’a göre yaptığını söyleyenin metni ne hale getirdiğini bugünkü Tevrat ortaya koymuyor mu? Yahudiler, Allah’ın sözü Tevrat ile Musa’nın sözünün arasını açtılar. Hıristiyanlar İncil ile İsa’nın sözünün arasını açmaları gerekiyordu, açmadılar, bu iki ayrı sözü birleştirip hepsini İsa’nın sözü ilan ettiler; Yahudiler ise arası ayrı olan Tevrat ile Musa’nın sözünü yakınlaştırmaları gerekirken arasını açtılar; öyle bir açtılar ki, Tevrat ile Musa’nın sözünün bütün ilgi bağlarını koparmış oldular. Sonuç şuraya vardı: Musa’yı “sözde Tevrat”a davet etmek. Değersizleştirdikleri, kendilerinin seviyesine indirgedikleri peygamberlerle savaşmak, onları öldürmek, onlara ihanet etmek en marifetli işleri oldu. Asıl niyetleri şuydu: Metni, peygamberin kontrolünden kurtarmak. Buna mukabil, Hıristiyanların yaptığı da, İsa’yı Metnin (İncil)in kontrolünden çıkarmaktı. Yahudiler, bunu başardılar ve serbest Metni elleriyle değiştirerek tahrif sürecini işlettiler. Tevrat müşahededen ziyade muhakemeye açık bir metindi. Kur’an’daki “ muhkem” ayetler gibi. Hatta, muhkem ayetler, Tevrat metninin zirvesini teşkil eder. İctihada açıktır.
Metnin Materyalistleşmesi ve Bugünler
İsevîliğin ilk devirlerinde İsa’ya iman edenler, Batı kıtasına doğru birtakım ferdi çıkışlar halinde özellikle manastırlarda faaliyetlerini İncil’den ziyade “azizler”i ön plana çıkararak sürdürdüler. Bu, metin öncelikli olmaktan öte, insan / hayat merkezli bir hareketti. Bu tarihlerde eşzamanlı olarak İncil ve İsa’nın tabiatı üzerine konsillerde tartışmalar yaşandı ve dört metin üzerinde karar kılındı, bunlar kanonik sayıldı; diğer İnciller, apokrif ilan edildi. Çok metin dört metine indirilmedi; tek metin dört metne çıkarılmış oldu. Skolastik Avrupası, manası yok edilmiş yalın bir metin haline getirilmiş Yazı’nın altını doldurma fırsatını ele geçirmiş oldu. Skolastik öncesinde idealizm ön planlı bir metin-altı doldurma eylemine giren patristik felsefe; ardından bu felsefenin malzeme temin ettiği Aquinalı Tomas’a uzanan Skolastik Aristoculuk, İsa’nın tabiatından kopartılmış İncil metnine tabiattan anlam bulma yöntemini geliştirmişti. Platoncu felsefe, İncil’in hangi tarafına bir anlam desteği temin etmiştir? Baba-oğul arasındaki ontolojik bağın çözümlenmesinde Baba’yı esas cevher olarak kabul eden Platoncu Hıristiyan filozoflar, Baba kavramını Platon’un tümeller’i ile açıklamaya çalıştılar ve Oğul’u da tikeller düzleminde yorumladılar. Burada Ruh’ul Kuds veya Meryem, Platon’un “idea âlemi”ne denk düşmekteydi. Baba ile oğul arasındaki bağı temin eden, bir yönü Baba’ya bakan bir yönü de Oğul’a bakan bir arayüzdü Meryem yahut Ruh’ul Kuds. Aristocu Skolastikler ise İsa’yı cevher saydılar, Baba’nın sadece nominal bir değeri olduğu kanaatine vardılar. Aslolan tikeldi, tikellerdi. Çünkü, Aristo için Tanrı sadece bir akl-ı küll’ den ibarettir, müsebbibü’l esbab(sebeplerin sebebi)dır; fakat muharrik yani fâil-i mutlak değildir. Yani, Tanrı, iradesiz bir tümeldir. Tanrı’nın günahları temizlemek maksadı ile İsa olarak yeryüzüne inmeye mecbur kalması durumu, kendisinin cüz’iyât / mahlûkat âlemiyle olan önceki kopukluğu sebebiyle insanların günaha girmelerinin önüne geçememesine bağlı düşünüldü. Yeryüzüne indi ve meseleye bizzat kendisi el koymuş oldu. Temizledi ve tekrar gitti. Yerine akl-ı cüz’ geldi. Teslisin yerine Düalizm ikame edildi. Madde ile Ruh / ( mana)’ un arası açıldı. Akl- ı cüz’ün kavrayabildiği, kuşatabildiği “madde” ana cevher sayıldı ve keşfedilmesi dînî bir vazife addedildi. Metnin materyalistleşmesi, kartezyen varlıkbilimsel laikliğin ihdas edilmesinden sonra tümel’in, ruh’un yok sayılmasıyla mümkün oldu. Hile çok açıktı. Samiriyen bir davranışla İsa’nın toprağından maddeye katıştırıldı ve sanayi / teknoloji suretinde yeniden diriltildi. Musa’nın yaktığı ve Samiri’ye hitaben “İlahına bak!” diyerek küllerini denize savurduğu Buzağı yeniden böğürtüldü. Hem de ne buzağı! Buzağılar desek daha doğru olur. Binlercesi ses vermeye başladılar. Maddeden, madenden diriltilen, konuşturulan mekanik, dijital canlılar, yeni dinin ilahları olarak metinlerde senâ edildi, edilmeye devam ediyor.