Seyyâh-ı Hayrân Ziyâ Çelebi – “Der Beyân-ı Çarşû-yi Azîme-i Na‘t-i lus ve Met‘am-i Frengî-i Kent-i Atik”
Bu hakîr ü pür hatâ, şehr-i Saferün leyle-i ûlâsında nefsime didim ki, bre şol şeb-i yeldâ misillû şitâ gîcelerünin evde tarz-ı tekâüd üzre oturmağ ile geçmesi muhaldürür. Bu gice dahî varayun çarşu vü bazar seyrine çıkayun, hem taşrada taam ekl ider dahî bey’u’ şira ider esvâb-ı cedide alurum. Hem dahi hoşca vakıt geçürür “tebdîl-i mekânda ferahluk vardır.” fehvasınun sırrına mazhar olurum.
Ba’dehu imam olmağun, hakirin imâmetinde salât-ı ışâyı eda eyleyüp yârânumdan KÜTÂHÎ HAKAN EFENDİyi de yanuma alub yola revân olduk. Hakan Efendü, Türklüği nimet, İslamluğı kıymet bilen, sözün dudaktan gözün budaktan esirgemeyen bir merd-i cengâver olup Medrese-i Âlî-yi Sitanbul’da hâcelik ider. Ol Hakan Efendü ‘Üstâdum, kande gider kande taâm ekl iderüz?’ didükde ‘Bak a pirim, dedüm. Anda Kadıköyü dimekle ma’rûf bir semt-i kadîm ve dahi NA’T-İ LÛS dimekle ma’ruf bir çarşû vardur kim metâim ve mağazasu vâfirdir. Âna varalum esvâp iştirâ edüp taâm yir dahi kahve şürbideriz.’ Ol dahi mea’l-kerâhe kabul ittüğin intibâsun izhar ile hakire tabi oldu. Bu NA’T-İ LUS frengî bir kelime olup lisân-ı Arabî’den mülhemdür…. Aslı “Na’t-i lûs” olub –zebân-ı Fârisî üzre bir terkibdir- “na‘t” Arap lisanunda “sıfat” dimekdür. “Lûs” dahi “levs”den gelüb kerih, habîs ve kirli dimekdir. Böyle olucak pis ve dahi kerih sıfatlu dimek olur kim isim müsemmaya çespân ü düşmüşdür.
Hayli meşakkatlü bir seyahatden sonra çarşuya vasıl olmak nasib oldu. Ol bu çarşu hayli vâsi’ ve râfi’ olmağın, çatulu bir bedestân olup dükkânı vü müşterisü kesret ü vefret bulan bir mekândur kim izdihâmu meydân-ı haşrden eşeddür.
Dükkân-be-dükkân esvâp iştirâ itmekçün güzerân iderken Hakan Çelebi dahi: “Breh, şol mekandan esvap telebbüs eylemek kat’â caiz değildür..” cümlesini telaffuza müdâvemet itmekden berî kalmadı. Vaktâki bir dükkana girdükte Hakan Çelebi’nün tahammül ü sabr mülki yıkılup gürlemeğe vü âvâz-ı Dâvûdî ile ashâb-ı dükkâna bağırmağa şurû’ eyledi: “Bre bî-edepler, şol bedestânde bir dükkanda şer’-i şerîfe vü âdâb-ı İslâme muvâfık bir libas bulunmaz mu? Şol tumanlaru vü kamîsleri kangı ayyâş hülleciye biçdirüp kangı zevât-ı gavata dikdürdüniz? Şol ümmet-i Muhammed’e şol elvân-ı kerîheyi vü melâbis-i garîbeyi mi lâyık görürsiz?” Hakir ânı istimâ’ eyleyüp heybet ü hiddetine şâhid olucak hemân taşraya çıkarub ü teskine gayret ettüm. Ve dedüm kim: Üstâdum imdi buradan libâs almak müstahildür, haydi gel biz açluğumuz giderelüm deyûben nerdübân-ı seyyâre ilen devr-i âhire irtifâ eyledik.
Ol katta dahî adedin ta’dâdın mümkin olmaduğı yime içme mekanlaru, me’kûlât-ı serîa met’amlaru vü tarz-ı ecnebî üzre inşâ idilmüş acib ü garib kahvehaneler olur idi.
Ol metâimin beyninden sebkat ider iken Hakan Çelebi dahi, “ol mekân sefihdür şol kerihdür, şol rezildir ol sefildür deyüben “men burada taâm yimem, sıhhat ü istihlâlden berî, mahremiyetten fâriğ mekanlardur; ol şamata vü ğulğule içre, alâ meleinnâs taâm yimek ahlâk ü âdâba sığmaz” dedi ise de hakir, anı eslemeyüp kolundan tutup ü KENT-İ ATİK nâm mekâne oturttum. Amma bu ‘KENT-İ ATİK’ ne dimekdür? Ma’lumdur ki KENT, lisân-ı ecnebiden Türkileştirilmüş bir kelime olub şehir ya belde dimekdür. ATİK dahi eski vü kadim dimek olup, imdi terkib “Kadim Şehir” manasuna gelür. İş bu hususu izah itmeğe gayret ider iken Hakan Çelebi suretime garip garip nazar kılup ayıtdu kim: “Bre nâdân! Ânı senin za’m itdüğün manaya tesmiye itmemişler, bu ‘KENT-İ ATİK’ Vilâyât-ı Müttahide’de bir vilâyetdür kim Muhammed Ali nâm cengâver-i mühtedî ol memleketün âdemidür…” Çelebi mevzuyı tavzih itdükde mefhum oldu kim ma’na-yı maznûn, kandeyse ma’na-yı asle mutâbık düşdü.
“Pirim, hakir gendüye yimek alayın”, dedükde Hakan Çelebi, sadâ-yı merdâne ile mekânun hizmetkârın okuyub, hakire yimek ısmarlayacak oldu kim, hizmetkâr oğlan: “Kendü yimeğüniz kendüniz alasuz çelebiler! “ deyu mukabele etdi. Hakan Çelebi yine hiddete gelüp, “Bre densiz, edepden bî-behre, ta’zim ü hürmetten bî-nasip oğlan! Şol mülk i İslâm içre, kavm-i necîb-i Etrâk’ın an‘anesünde vü töresünde müsâfirün gendüye hizmet ittüği vâki‘ midir, bu ne yabana işdür?” deyu gürledi vü lâkin met‘amın hizmetkârı ebleh ebleh yüzimüze bakup: “Çelebiler, burasu çağdaş bir mekandur, kaanunı da böyledür. Keyfinüz bilür.” deyu mukabelede bulunup asla tınmadu vü dükkânçeye rucû’ etti. Hakan Çelebi’nün dimâ’ı dimağuna sıçradu, lâkin çi-fâide? Ta‘kiben kendü yimeğüm alup eklitmeye başladuğumda Hakan Çelebi, pîr ü üstadum Ziya Paşa merhumın –ravvehallahu ruhahu- bir şiirini tahrîfen kıraat eyledi. Beyt:
İslâm ü Türklük imiş ticârete pâ-bend-i terakkî;
Evvel yoğ idi; iş bu rivâyet yeni çıkdı…
Hakir ekl-i taâma başlayıcak bir nahnaha-i şedîdeye dûçar oldu kim nefesü kesülip hırıldamaya meyl itdükde Hakan Çelebi met’amun gulâm-ı müstahdemin çağırdup yine gürledü vü didi kim: “Bre bî-edep, şol çelebim Seyyâh-ı Hayrâna kangı taâm-ı kerîheyi ikram eyledün ki yüzi nâre tebeddül idüp nahnaha-i mütemâdiyeye dûçar olmuşdur? Yutduğu ne ola kim çâh-ı sekardaki şecere-i zakkûmdan nişân virür, tiz tavzih eylegil!”
Gulâm cevaben: “Aman efendi, ol çelebü gendü istedü; ekleydüği “HOT”dur kim lisân-ı Encilizî de ‘acı’ dimekdürür” deyûben Hakan Çelebi gazâba gelmesün deyu taâmı masaya terkidüp ol mekândan ânı kaldurup cev’ân-ı azîm içre tekrâr seyirtmeğe başladuk. Hakan Çelebi bir makhâya teveccüh itdikde anı caydurup, aman Çelebim didim, kahve içmeyelüm; biz bu kîce şol mekânu edep üzre terke gayret idelüm.
Nitekim bir vakit kadim yârânumdan Üstâdzâde Ankaralı Abdullah Rüşdi ilen ol makhâya cülûs itdükde kahve-i Türki’yi bi-lâ âb ikrâm eyledüler ü Rüşdi hâce gazâba gelüp “Şol densüzlere ben haddin bildirmez miyüm, kahveyi susuz ikram itmek Türk’ün töresüne vü âdâbına sığar mu, şol bî-edebîyi kangı üstâddan tedris eylemüşlerdir acep?” deyüp sâhib-i makhâya çıkış0mışdu.. Hakir ol ânı tezekkür idüp bir dahi Hakan Çelebi gazaba gelmesün, gayrı ânı teskin itmek muhaldürür deyü düşünüb âna oturmaktan imtinâ’ eyledim. Badehû ol çarşu-yı kerîheden ale’l-gazab ayrılduk.
Beyt:
Kimesne benim tek böyle hayrân olmasun;
Düşüp met‘am-i Freng’e, cev‘ân kalmasun.
El hâsıl, hakîr dahî kâni‘ oldum kim âdât-ı Türki ve an’ane-i Osmâni ve âdâb-ı İslâmi üzre bağdaş urup ale’l-usûl taâm-ı müstahille eklidüp bilumûm eşribe-i kadîme-i tayyibeden şürb itmeden cev‘ân-ı âdem zâil olmaz. Âhiran “Âdâbü’l ekli ve’ş-şürb fi Kostantiniyye” nâm bir risâle telîfine dahî azm ü cezm ü kasd eyledüm. Ol denlü bir gicedür kim yadumda durur, vesselâm…
Cevelânnâme-i Ziyâ,
1 Safer 1431
Bulgurlu, Üsküdar