Sümeyye Şeker – Hangi Mevsimin Yağmurusun?
Bekliyordu nicedir. Gök tüm suyunu salmış, arzın damarlarında geziniyordu sanki. Koşuşan kalabalık arasında sığınacak yer derdine düşmeyen tek kişiydi. Öyle uluorta dururken kaçınılmaz olarak yağmura karışmıştı. Ya da yağmur ona karışmıştı. Ki yüzünde gizleyemediği bulutlanma bunun belirgin işaretiydi. Uzakta görünen otobüsle hareketlendi bekleyenler. Güzergâha göz attığında “çocukluğuma gidiyor” diye mırıldandı. Durdu, bekledi, sonra ani bir hareketle bindi otobüse. Geçmişten okunurdu bazen gelecek. En arkaya geçip koltuğa bıraktı külçeleşen bedenini. Ağırdı kendine. Babasının dediği gibi zaman bir tacirdi ve hiç de insaflı olmamıştı genç adama. Kaçıp gidebilse daha farklı olacağına inanırdı hep. Bırakabilseydi. Kırklanmaya çekilen bir derviş gibi süzebilseydi ruhunu, belki, belki… Keşkeleri kadar çoktu belkileri. İç eviyle cedelleşirken bir selam ile bölünüverdi dalgınlığı:
– Selamün aleyküm oğul.
İçine doğru derin bir off çekti. Hayır, hiç sırası değildi bu muhabbetin. Sıkıntılı halini gizlemeden aldı selamı:
– Aleyküm selam…
Sesi kendine bile yabancı.
– Seni izledim epey. Rahmet yağdı da yağdı üstüne. Hastalanacağını da mı hesaba katmaz diye söylenirken yüzünü gördüm. Anladım ki kendinden ıraksın. Üstüne gazap yağsa yine sığınmazdın bir köşeciğe he mi?
İşte bu hiç çekilesi değildi. Ne anlardı yetmişlerinde bir ihtiyar ruhunun çetrefilinden, içinde yanan çerağlardan.
– Yorgunluk bey amca. Dalmışım öyle, diye geçiştirmeye çalıştı.
– Bildim oğul.
Sessizlik… Issızlığımda bırak beni diye yalvardı genç adam dilsizce. Pencereye vuran damlaları izledi bir süre. Neden sonra konuştu ihtiyar:
– De hele adın nedir?
– Yusuf.
Bildiğin gıcırdamıştı sesi.
– Yusuf olan kaybolur mu hiç ay oğul?
Sual ruhunun koylarında, kayalıklarında, mağaralarında yankılandı. Bu nasıl bir soruydu? Yusuf’u düşünürken kuyuyu, zindanı, âhuyu ele almıştı da bu hiç aklına gelmemişti. Devam etti ihtiyar;
– Düşün oğul, karındaşları tarafından kuyuya atıldığında sessizce bekleyen Yusuf’u. İftiraya uğradığını, mahpushanede eriyen onca zamanı, gençliğini. Biz olsak aklımızı o kör karanlıkta, sabrımızı zindanda kaybederdik değil mi? Ama o kaybetmedi, bekledi. Beklemek nimettir oğul.
– Neyi beklediğini bilmezken bile mi?
– Bilinmez olur mu hiç? Karışıktır aklın ama tek tek dinlersen zihnini yoran sesleri, tüm beklentilerin üstünde olanı duyarsın. Gel çağrısıdır ötelerden. Hikmet kapalı değildir kalbi olana.
– İyi dersin, hoş dersin de zordur bu iş amca.
– Ya kendine açtığın bu savaş kolay mıdır?
Uğultu… Nasıl kolay olsundu. Hançer yemekten bitap bir savaşçı gibi dizleri üstünde can çekişiyordu yıllardır. Arkasına yaslandı. Kirpiklerini kilitledi birbirine. Boydan boya bir ayna vardı sanki karşısında. Uzunca seyretti kendini. Ön bahçesinde; hepsi hepsi emekleme evresi geçirdiği yaşamın arka bahçesinden açıldığı ormanlar, dehlizler, girdaplar. Yalnızlık!
– Sustun yine. Daralma oğul. Bilesin, ne kadar örgütlersen örgütle sessiz harfler okunaksızdır. İyi dinle kendini. Yittim dediğin yerden başlar bulmalar. Ki dünya dediğin yitiği bulma çabasının adı değil midir? Hangi mevsimin yağmurusun bil oğul. Çağılda yatağını bulan ırmak gibi o sonsuz ummana. Aynalardan yapılma şehirlere kıymet vermeyesin. Eninde sonunda kırılırlar. Sûreti geç, asla talip ol. Unutmayasın, “bulanlar ancak arayanlardır.”
Derin bir nefes alarak sıvazladı sakalını:
– Şimdi bana müsaade. Yusuf gibi hükümran olasın kendine. Allah’a ısmarladık.
Diyememişti bir şey. Bastonuna tutuna tutuna otobüsten inen ihtiyarı gözden kaybedene kadar izledi. Anneannesi olsa kesin Hızır derdi. Kim olduğunun bir önemi var mıydı ki? Oydu işte, yarasına şifa sunan Lokman. Anlamıştı; şiirler yalan söylüyordu, şarkılar heyula. Kaybolmak değil “gaybolmak”tı işin aslı.
Otobüsten indiğinde göğe kaldırdı başını. Zahmet değildi, rahmetti. Yolcu olana menzil elbet yakındı. Gülümsedi. Ve yürüdü. Sonsuza.