Tayyip Atmaca – Demek Gidiyorsun Reis
Zaman ne kadar da hızlı akıyor, Ne çabuk yaşlandık, bu kadar ömrü gerçekten ben mi yaşadım, yaşımı ikiye katlayabilecek miyim? Kendi kendimize bu soruları sorup cevabını iyi kötü verebiliriz ama bizim gibi elli yaşınızdan gün aldıysanız soru işaretinin önündeki son cümleyi kurduğunuzda derin bir suskunluğa karabatak dalarsınız. İyisi mi ne elliyi ikiye katlamayı düşünün ne de karabatak dalmayı.
Kırk yıl geriye gidelim mi?
İleriyi görmek zor, gidelim belki kadir kıymet bilen dostlarla karşılaşırız. Hem dostluklar da öyle birkaç gün birkaç yıl içinde kurulacak gönül yoldaşlığı değildir. Uzun ince bir yolu yürüyüp yoldaşlığından memnun kaldığın kadarıyla arkadaşınız yoldaştır.
Atatürk Lisesini etrafında kendisinden başka büyük binanın olmadığı bir halde düşünelim ve karşısında denizkızları heykeli ve tramvay durağının olmadığı bir zaman dilimine gidelim. Okulların tatil olduğu dönemlerde boya sandığını Atatürk Lisesi duvarının dibine koyup Alaaddin Parkı’nda elinde eski bir çift ayakkabı ile “Abi cam gibi parlatırım boya cila yirmi beş!” diye diye banklarda oturan amcaların kunduralarını boyamak için bir adama kaç defa “Parlatayım mı abi dediğini hatırlıyorsun değil mi?”
Günde kaç ayakkabı boyadığını, kaç lira kazandığını ve senin için en uzak mesafenin Köprübaşı olduğunu elbette hatırlarsın. İbrahim Tatlıses’in Ayağında Kundura türküsünü de biraz hatırlarsın, şu an bile bu yazıyı okurken içinden mırıldansan bazı dizelerini hatırlayabilirsin. Ama Yavuz Bülent Bakiler’in tam da senin boyacılık yaptığın zamanlarda yazdığı ve senin Alaaddin Camii önünde bilseydin söyleyeceğin:
“Boya cila yimbeş, boya cila yimbeş
Ve daha fırça bile tutamıyor elleri”
bu dizeleri ben söyleyince birden efkâr barometren yükselmiş olabilir.
Kaç kişinin ayakkabısını boyadın, kaç inşaatta amelelik yaptın? Bir sabah uyandığında başucunda bulduğun ve sevincinden kucakladığın gıcır gıcır Ankara Lastiği (cızlavat) ayakkabılarının ucundan giren kireçler kaç kez parmaklarını yaktı, hangi sıva ustasının yanında çalışırken harç parmaklarını deldi hatırlıyor musun?
Hangi üniversitede okuduğunu hangi şehirlerde çalıştığını hatırlayabilirsin ama öğrencilerinin çoğunu hatırlayamazsın. Hatıralar bir ömrün yaprakları gibi oradan oraya savrulup uçuyor değil mi?
Göbeğinin gömüldüğü topraklardan uzaklara gidip de tekrar dönmek ve bulunduğun şehre hizmet etmek aklına gelir miydi?
Hem edep sahibi olacaksın hem edebiyatçı, üstüne üstlük bir de şair.
Bir şehre şairin elleri değecek, sokaklarına ruhu sinecek, bunda ne var, diyebiliriz. Her şairi biraz de şehir besler deyip işin içinden de çıkabiliriz. Ama bir şehrin şehreminliği bir şaire verilirse işin rengi değişir. Şehri şiir gibi insanların ruhlarına götürmenin hesaplarını yapar şair.
Bir zamanlar içinde boyacılık yaptığın, simit sattığın Alaaddin Parkı’nı dinlenecek bir mekân haline getirdiğinde içinden neler geçti bilmiyorum. Ama bildiğim bu parkın içinden bir daha zor geçecek, Alaaddin Camii’nde belki de sadece cenaze namazlarına geleceksin.
Sen ne kadar da beden ve ruh olarak burada yaşadığını söylesen de söylemesen de gözlerinin içine bakınca yirmi yıllık dostluğu görüyor ve içimden yüzüne şöyle sesleniyorum.
Demek gidiyorsun Reis!
Kendi küllerinden bir Anka Kuşu gibi yeniden doğan Odunpazarı’nın doğumuna ebelik etmek nasıl bir duygu, orasını bilmiyorum. Aslına kavuşturulan her ev, her sokak için geceli gündüzlü talimatlar yağdırıp dururken ayrıca bu şehir üzerine hayaller kurduğunu biliyorum. Bu şehri nasıl bir şehir yapacağının düşünü görmüşsündür. Daha düşlerini paylaşmaya fırsat kalmadan derin bir sessizliğe kanatlandın. Bu şehre hizmet etmekten seni kim alıkoydu? Belki zamanın birinde bir sohbet esnasında hatıraların yaprakları arasında kendini okutacaksın. Ama ben yüzüne bakınca halini okumak isterken,
“içimde en çok kendi canımı acıtacak hamleler
en çok kendi hamlelerimle kaybediyorum..”
diye Kırağı Şiir dergisinde yayımlanan Devlet Şiiri’ndeki iki dizenle karşılık veriyorsun.
Aslında konuşurken kelimelerin şiir dizeleri gibi dilinden döküldüğünü, sıkmadan, konuyu dağıtmadan konuştuğunu biliyordum ama susunca tirad okuduğuna yeni şahit oluyorum.
Nereye bakarsan bütün iş arkadaşlarının oraya baktığını zannediyordun ama onların görme mesafelerinin dışına taşarak ufukları görmek için hem gönlüne hem gözlerine yüklendin on yıl boyunca. Mesai bitince herkes evinin yolunu tutarken senin mesainin ne zaman biteceğini sen de bilmiyordun. Ama her gün, gün dağların arkasına doğru akıp giderken Sezai Karakoç imdadına yetişiyor:
“Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız Biz kirli ve temiz çamaşırları Aynı zaman aynı minval üzere katlarız Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız”
Hani bu şarkı burada bitmeyecekti. Yağan her yağmurda ıslanmaya devam edecektik. Zurna nerede nasıl da zırt dedi.
Yoğun bakım odasında yatan bir hastanın sağlık haberi nasıl beklenirse öyle bekledik kararından dönerek yeniden Odunpazarı’nın şehreminliğine aday olmanı. Bu kadar uzun bekleyişin ardından kolumuzu kanadımızı sosyal medya üzerinden kırdığınızı öğrendik.
“Zurnanın zartladığı yerde her şey biter.” deyip
Demek gidiyorsun Reis!
Odunpazarı’nda Mihalıççıklılar Derneğine yolun düşmeyecek mi? Çayını karıştırırken hemen yanı başındaki metruk bir halde bulunan Atlıhan’ı nasıl bir çarşı haline getirdiğin aklına gelirken gelip geçen turistlere takılacak gözlerin. Etrafını üç beş kişi saracak sohbet etmek isteyecek ama sen kendinden bir parça gibi gördüğün Odunpazarı’nın ne eksiği ne gediği kaldı onları yerine getirmek için gayri ihtiyari beynini fırtınadan fırtınaya atacaksın. Bu arada bir şarkının bir dizesi gelecek aklına, sözlerini hatırlamaya çalışacaksın biliyorum, ben yardımcı olayım.
“İlk önce kımıldar hafif bir sancı
Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş”
Bekir Sıtkı Erdoğan’ın Hancı şiirini elbette bu kadar değil. Ayrılığın acısının yavaş yavaş yüreğine işlediğini hissedeceksin. Sahi han deyince, aklına Kurşunlu Külliyesi Kervansarayı’nın eski halini düşürdüğüm için özür dilerim.
Her sabah gün ışımadan üzeri açılan çocuklarının üstünü örtecekmiş gibi kalkıp Kurşunlu Külliyesi’nin yenileme işlerine müşahitlik ederek, buranın bir an önce yaşanılası mekânlar haline gelmesi için neredeyse ustaların yanlarına gelip horasan harçlarını karacak, derzleri kendin yapıyormuş gibi ilgilendiğini kimsenin bilmesi gerekmiyordu ve gerekmedi de.
Sen olmasaydın Kurşunlu Külliyesi etrafında şekillenmeye başlayan Eskişehir yani şimdiki Odunpazarı ne tesadüftür ki yine aynı yerden başlayan yenileme çalışmaları tarihi Odunpazarı’nın bütün sokaklarına yayılmaya başlamakla kalmadı, Odunpazarı, Unesco Dünya Mirası Listesine dâhil edildi.
Demek gidiyorsun Reis!
Bir gece yarısı Çankaya sırtlarında yaptırdığın Şelale Park’ta kendin yaptırdığın banklardan birisinin üzerine oturup Eskişehir’i izlerken ben de arka fona kendi sesinden Âşık Reyhanî’nin Erzurum’dan ayrılışında söylediği Gidirem’i, beğenmezsen Nurettin Rençber’in Ayrılık Vakti’ni bunu da beğenmezsen Sezen Aksu’nun Gitme şarkısı dinletebilirim. Böylece efkâr barometremiz yükselir kirlenen içimizi kendi yağmurlarımızla yıkamaya başlarız.
Sen kadir kıymet bilen bir başka şehre göçme planları yaparsın, ben de sürgünümü tamamlayacağım bir başka şehir hayalini kurmaya başlarım.
Demek gidiyorsun Reis!
Madem şair olarak Odunpazarı’nı ayağa kaldırdın, giderken de Mor Cepkenli bir şiir ile vaktimize el salla:
“siyah bir çavdar ekmeğini bin bölüşüp
acılara katık ettiğimiz günlerde
çelik çomağı bırakıp
eli kalem tutar olmuşum
anam şair olma oğul demiş
anama inat
tetik düşürmüşüm şiire
şair olmuşum…”