Ulvi Kubilay Dündar – Ümmet Coğrafyasının Yetimi Afrika
1.Dünya Savaşı’nda Emperyalizme Karşı Yanımızda Yer Alan Darfur Hâkimi Ali Dinar’a…
Uzun bir sükût. Derin bir iç geçirme. Neden, niçin, nasıl sorularının içinde, Sudan.
“Hoş geldiniz, mübarek olsun.” cümlesinden sonra gelen “Nasıl?” sorusuydu, acı ve endişe veren.
Nasıl sorusu hiçbir zaman bu kadar sarsıcı ve yakıcı olmamıştı.
Bu soru, Afrika’nın yakıcılığını taşıyor üzerinde.
NASIL?!
Bu soru ümmet coğrafyasının yetimi Afrika; bu soru Sudan, Eritre, Çad; bu soru Etiyopya, Somali, Kenya…
Bu soru Mısır, Suriye, Filistin, Yemen, Irak, Libya…
Nasıl iyi olabilir, nasıl iyi olabiliriz ki. Nasıl olsun! İslam coğrafyasında ya kan var ya gözyaşı…
Siyahlar ülkesi de bundan fazlasıyla nasibini almış. 7. ve 8. yüzyılda Hristiyanlık’tan dönerek İslamiyet’i benimseyen Sudan halkının şu anki bu haline çok da şaşmamak lazım. Bütün Müslüman coğrafyalarda oynanan oyun burada da devreye girmiş. Coğrafî konum itibari ile Afrika’nın tam ortasında yer alması ve adata Afrika’nın kalbi durumunda olması, petrol ve su rezervlerinin zenginliği, sömürü getirmiş, açlık getirmiş, fakirlik getirmiş Sudan’a. Afrika kıtasında İslamiyet’i temsil eden son kale olması da bu sorunları ortaya çıkaran başat etkenlerden yalnızca biri. En önemlisi ise Selahaddin Eyyübi’nin Haçlı seferlerine karşı koyması esnasında Turan Şah tarafından Habeşistan bölgesinin Müslümanlaştırılması ve bu coğrafyanın koruyucu art kale olarak Kudüs müdafisi olması.
Batılılar tarafından ta Haçlı Seferleri’nden bu yana unutulmayan, sekiz yüz yıllık bir hesaplaşma yeri olmuş Sudan. İngilizlerin ve Fransızların bu bölgede hâkimiyet kurma çabaları, burayı uydu haline getirmek için ellerinden gelen çabayı sarf etmeleri, İngiltere’nin 1899’da Sudan’a doğrudan müdahalesiyle sonuçlandı. Bu müdahaleyle İngilizlerin toplum hayatında belirleyici bir güç olması Sudanlıları zor durumda bırak tı. Müdahale sonrasında Müslümanların özel hayatlarına çekilmesi veya tasavvufa yönelmesi de İngiliz emperyalizmini için bulunmaz bir fırsat olmuştu. Bu durumdan istifade ederek laiklik anlayışını yerleştirmeye başladılar; zira Sudan’da laiklik, İngiliz emperyalizminin koruyucu kalkanı idi ve İslam bu konuda en büyük engeldi. Darfur’da 18 yıl boyunca bu emperyalist çabaları boşa çıkartan Sultan Ali Dinar olmuştu. Bilge bir kişi ve dini hassasiyeti olan Sultan Ali Dinar halife unvanı taşıyan Osmanlı Padişahı’na yazdığı, Avrupalılar hakkındaki düşüncelerini yansıtan ve İstanbul’a ulaşamayan mektubunda durumu şu şekilde açıklamıştı: “Hıristiyanlar, Müslümanları her taraftan kuşattılar, Müslüman topraklarına el koydular, Müslüman sultanları, ya ölü, ya esir ya da kahır altında kaldılar. Müslüman sultanları onların ellerinde oyuncak gibi oldular. Bunlardan bizim memleketimiz Darfur Allah’ın koruması ile bu akıbete düşmedi, fakat Allah’ın sizin emanetinize bıraktığı Haremeyn-i Şerifeyn’i ziyaretten bizi engellediler. Hacca gidebilmek için İngilizlerle mecburi olarak temas kurduk. Bu teması da nefretle yaptık.”
Sultan Ali Dinar I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı halifesinden gelen cihat çağrısına uyarak İngilizlere karşı Sudan’da bir cephe açmış, sultanın gönderdiği mektuba cevaben Osmanlı’nın yanında yer aldığını ve savaşa katıldığını belirten bir cevap vermiştir. Mektup’ta, ‘’Halife Hazretlerine bunu bildirmek istedim ki, İslâm Sultanı Hazretleri ile kâfir ve zındık olan İngilizler ve Fransızlar ve onların müttefikleri arasında bu savaş başlar başlamaz Allah ve İslâm için kâfirle ilişkileri kestim ve onları düşman kabul ederek savaş açtım.’’ Sultan Ali Dinar I. Dünya Savaşı’nda açılan bu cephede 5000 askeriyle beraber şehit oldu. Sudan İngiliz sömürüsünde olmasına rağmen Darfur’da 1960’lara kadar hutbeler Osmanlı halifesi adına okunmuştur. Tarihten gelen bu kardeşliğimiz ve muhabbetimiz hala devam ediyor.
Günümüzde ise Turabi’nin ifadesiyle, “Biz bugüne kadar gelmiş geçmiş ve mevcut bütün sistemlerden farklıyız. Batı’dan farklı olduğumuz gibi, tarihteki İslam idarelerinden de farklıyız. Doğu’dan da ve Batı’dan da farklıyız. Yeni medeniyetler yeni bir bitki gibidirler. Yeni bir bitki nasıl toprağı yararak doğuyorsa biz de aynı sorunlarla karşı karşıyayız. Ticari ve diplomatik ambargoya maruzuz ama bunu göğüsleyeceğiz. Siyasi sistemimiz meşverete dayanıyor. Güzel değerleri her nerede olursa olsun alıyoruz.” İfadesindeki Müslümanca tavrı Sudan’ın üzerinde oynanan oyunların, coğrafyadaki kargaşaların, savaşların bitmeyeceği ve gözyaşlarının dinmeyeceği anlamına geliyor. Kolonyalist Avrupa’nın gayretiyle bölünen Sudan’da yine bir bölünme ufukta diyebiliriz. Fakat halkın zulme boyun eğen edilgen anlayışı devrimci bir anlayışa dönüşür, bölünmüş kabileler ümmet şuuruyla birleşirse Sudan devleti tekrar dirilebilir ve bu zilletten kurtulması mümkün olabilir.
Sömürü sonrasında açlık bir pranga olarak geçirilmiş ayaklarına. Elleri kolları bağlanmış. Bunlara ilaveten birbirine düşürülmüş iki Müslüman kabilenin etnik savaşı eklenince sebepsiz yere ölen binlerce insan, geriye kalan acı ve hüzün. (Allah’a hamdolsun ki oynanan oyun bozulmuş ve birkaç yıldır barış sağlanmış.) Böyle olmasında Amerika’nın Sudan’ı uluslararası arenada terörist ve güvensiz bir devlet olarak lanse etmesi ve bunu körüklemesi de bir etken. Sonuç olarak Birleşmiş Milletler de güvenliği sağlama bahanesiyle ülkeye girmiş. Amerika’nın bu şekilde davranmasının arkasında meşhur “domino teorisi” yatıyor. İslami kimliği ile başarılı olan ve sorunlarına çözüm bulan bir Sudan, diğer Müslüman ülkeler için emsal teşkil edebilir ve ABD güdümündeki Müslüman ülkeler teker teker “fundamentalist” yönetimlerin eline düşebilir. Sadece Darfur bölgesinde 25000 BM askeri var. BM’nin girmesiyle sözüm ona güvenlik sağlanmış güvenli kamplar oluşturulmuş. Kendisini korumaktan başka bir işe yaramayan BM askerinin burada ne işe yarayacağını varın siz tahayyül edin. Şehirlerinden, köylerinden koparılmış binlerce insanın bu kamplarda toplanmasının taşeronluğunu yapmaktan başka bir işlevi yok. Acı, hüzün ve çaresizlik kampların kurulmasına zemin hazırlamış. Ölmeyecekleri kadar yiyecek verilen insanların ve kampların hali içler acısı. Daha da acısı bu duruma alıştırılmış olmaları. Bizi endişelendiren, korkutan bir diğer husussa BM’nin girdiği yerlerde yapıcı bir çözüm üretememesi ve son yıllarda misyonerlik faaliyetleriyle birçok Afrikalının din değiştirmesi. Hamdolsun ki Sudan’ın mayası sağlam, ama kâfir kâfirliğini yapmaya devam edecek ve bundan vazgeçmeyecektir.
Bir diğer sorun da İsrail. İsrail’in Sudan’ı taciz etmesinin temelinde Sudan’ın zengin su kaynaklarına (Nil Nehri’nin uzantısının Sudan’da da ol duğunu hatırlayalım.) sahip olması ve İsrail’in diğer Afrika ülkeleriyle olan ticaretinde Sudan’ın bir engel teşkil etmesi yatıyor. Bu kadar kuşatılmışlığın merkezinde olan Sudan ayakta durmak için mücadelesini devam ettirmekte.
BALON, KUR’AN VE SUDAN
Ortak dilin fakirlik ve hüzün olduğu bu coğrafyada çaresizlik diz boyu. Hüzün var ama ümitsizlik yok. Tam tersi mi yoksa. Ümitsizlik var hüzün mü yok. Doğu toplumlarına has bir anlayışla tevekkül ve şükür var, desek daha mı doğru olacak. Yokluğun ve çaresizliğin pençesindeki Sudanlıların derdini çekerken Onlar peygamber buyruğuna uygun bir şekilde “Ey sıkıntı şiddetlen nasıl olsa biteceksin!” diyorlar. Biteceksin derken BM askerlerine, İngilizlere ve İsraillilere olan nefretleri gözlerinden okunuyor. Niyela’da bize mihmandarlık yapan İsa Abdullah şehrin her yerini sarmış olan meyvesiz bir ağacı göstererek İngilizlere olan kinini, kızgınlığını ve nefretini dile getiriyor. Tıpkı İngilizler gibi, diyor, hiç bir işe yaramıyor hem meyvesi yok hem de suyumuzu çekiyor.
İsa Abdullah Niyela’da Türkçenin adı ve temsilcisi. Kızının ismini Hülya koyacak kadar bizden. Telefonunun melodisi bile Anadolu’nun sesinden, türkülerinden. Türkçe öğrenme hikâyesi de enteresan. Bize Türkçe öğrenmeye nasıl başladığını anlatıyor İsa. Bir Türk mühendisin “marangoz” kelimesini sorması ve bu kelimeyi öğrenmelerini istemesiyle başlamış. Değişik değişik tanımlar yapılmış hatta bazı arkadaşları meyve tabağı getirerek “marangoz”un bu olduğunu açıklarken İsa doktor bir dostuna sorup kelimenin ne olduğunu öğrenmiş. Doktorun söylediği, evinde tahtadan dolap var ya, İsa, işte onu yapana marangoz denir, sözünü olduğu gibi aktarmış Türk mühendise. Mühendis de eski çalıştığı işinden aldığı maaştan 100 cüneyh daha fazla vererek işe başlatmış İsa’yı. İşte tam bu nokta da espriyi patlatıyor. Eğer bir kelime 100 cüneyh ederse sözlüğü böylesine zengin olan Türkçe beni zengin eder, diye düşündüm, diyor, gülüyor. Espiri yapabilecek ve yapılan esprileri anlayabilecek kadar Türkçeye hâkim. Bizden de ilk sorduğu Türkiye’den gazete getirip getirmediğimiz olmuştu. Dildeki eksiklerini tamamlamak için gazeteleri kullanıyor. Türkiye’ye dönünce Ahmet abiden Eccal Vakfındaki Niyelalı Abdülmecid’in, çocuğunun isminin Mustafa İslamoğlu olduğunu öğreniyorum. Şehirdeki yer isimlerinin, minnetten ve muhabbetten dolayı, Tika ve Rida Mahallesine dönüşmesi vefakârlıklarının bir diğer göstergesi.
Sarı, sıcak kumlarla kaplı toz rengi sokaklarını bir uçtan bir uca dolaşıyoruz Niyala’nın. Böylesine fakirlik ve yokluk içerisinde olmalarına rağmen mahallelerinin, sokaklarının bu kadar muntazam oluşu hepimizi şaşırtıyor. Tek eksik yollar ve kaldırımlar. Vasıtanın gittiği her yer yol olmuş. Hava alanına giden yolun haricinde asfalt yol yok burada. Yolun üzerindeki reklam panolarına bakarak iç geçiriyorum. Ah kapitalizm ah! Buraya da gülen yüzünle gelmişsin. Üç tekerlekli dolmuşlar 80’lerin Konya’sını ve arçelik triportörleri hatırlatıyor. Hepsi şıkır şıkır süslenmiş olan bu ulaşım araçlarının arka camları, Sudanlıların tişörtlerinde ve çocukların çantalarında da gördüğümüz rengârenk sinema artistleri, Afrika kökenli şarkıcı ve devrimci resimleriyle süslenmiş. Rihanna, Bob Marley, Polat Alemdar, Nelson Mandela ve Barak Obama bunlardan bazıları sadece. Bizim Türk olduğumuzu öğrenen bazı çocuklar “Murat Alemdar” diyerek coşkulu gösterilerde bile bulunuyor. Sudanlı kardeşlerimizle beraber dolaşıp gezerken insanların, özellikle çocukların bize karşı davranışlarında bir farklılık sezmezken yalnız gezerken endişe ve tereddüt görülüyor yüzlerinde beyaz adama bakışlarında. Kelime i Tevhit ve tekbirlerle Müslüman olduğumuzu ima ediyoruz çoğu kez. 80 kuşağı için Afrika demek biraz köle İzaura ve biraz da Kunta Kinte demek. Kökler demek, acı demek, eziyet demek. Televizyondaki çoğu rengi muhayyilemizde kurarken siyah renkli olduklarını siyah beyaz televizyonlarımızdan net bir şekilde biliyor ve “beyaz adam bunu nasıl yapabilir?” diye diye Kunta Kinte’yle ezilerek kaçış planları yapıyor, camın arkasından heyecanla yol gösterdiğimiz bile oluyordu çocuk kalbimizle. Çocukluğu bu yıllara denk düşenlerin hatırladığı bu diziyi avuçlarımızın içi terleye terleye, öfke ve tedirginlikle izlerdik. Şimdiki çocuklar için bir kek ismi olmaktan öte bir şeyi çağrıştırmasa da bizim için Afrikay’dı. Kunta Kinte. Her gittiğimiz sokakta, mahallede, kampta çocuklar etrafımızı kuşatıyor. Onların gönüllerini almak, onları mutlu etmek bir balonun ve bir şekerin ucunda. Bir dahaki gelişimizde daha çok balon getirmeliyiz. Medreselerde sallana sallana kuran okuyan ve okullarda bizi neşidelerle karşılayan o yüzler. Serin mescitlerinde Resulullah’ı ve Bilal-i Habeşi’yi arıyoruz. Tuttuğumuz en güzel oruç, o gün orada, arefe gününde tuttuğumuz oruçtu; çocukluğumuzun bayram namazlarından sonra kıldığımız en güzel bayram namazı da o gün Niyala’da kıldığımız bayram namazıydı.
Yeryüzünün en güzel gecesi burada olsa gerek. Yıldızlar ne kadar da ışıltılı. Ambuka, ambuka (balon) çığlıkları zihnimde çınlıyor. Bir de gecenin sessizliğini yırtan şu jeneratör uğultusu olmasa.
Harun abinin kaybolan valizi için söylediği o cümle tenimizi yakan Afrika sıcağı kadar yakıcıydı. “Hayırlısı olsun, burada kaybolan bir şey için üzülme, muhakkak bir ihtiyaç sahibini bulur.” sözü Sudan’ı özetliyor bize. Buradan götürdüğümüz yardım koca Afrika kıtasının derdine derman olmaz, susuzluğunu kandırmaz belki ama uzaklardan onlara dua eden bir nefesin sıcaklığını hissetmiş olurlar. Selam verip kardeşliğimizi pekiştirdiğimiz Darfurlu Müslümanlar bizleri evlerine buyur edip misafir ederek en kıymetli değerleriyle beraber su ikram etmeleri kadar kıymetli ne olabilir ki. Buyurun bir de bizim suyumuzdan için, derken Sudan’ın bütün yakıcılığı içimizde eriyor.
Orada yaşarken siz de oranın bir parçası oluyor ve duruma alışıyorsunuz. Memleketinize dönüp de burada bu kadar zenginlik ve bolluk içinde yaşamaya başlayınca içinize bir acı ve sızı çöküyor. Keder ve hüzündür ümmet coğrafyasının kaderi. İnsan ne getirebilir memleketine tevekkül ve şükürden gayrı. Kur’anlarla gittiğimiz Sudan’dan tevekkül ve şükürlerle dönüyoruz. Dilimizde Itri’nin tekbiri, kulağımızda hala Afrika ezgisiyle söylenen tekbir birbirine girift olmuş bir şekilde.
Allahu Ekber
Allahu Ekber
La ilahe illallah
Huvallahu Ekber
Allahu Ekber
Velillahi’l hamd.