Veli Dönmez – Asuman
Bir sandalye alıp, kapı önünde oturdu. Hava epey sıcak, yoldaki asfaltlar ise erimişti. Asfaltın bu halinden yola arabaların tekerlerinin izi çıkıyordu. Egzoz dumanları ‘doğru düzgün ağaç bile yok şu bozkır şehirde’ diye söyletircesine bulanık göğe yükseliyordu. Doğduğu köy böyle miydi hâlbuki? Yazları, ağaçların gölgesinde otururken rüzgârlar serin serin eserdi. Orman köyünden bu bozkır şehrine gelince bir hayli zaman geçmiş ancak alışamamıştı. Ama şimdilerde alışmış sayılırdı. Hem ne zorluklar getirmişti kaderi karşısına ki buna alışamayacaktı? Hem içerideki hava dışardakinden daha beterdi. Sigara, içki, ter, parfüm kokusunun karıştığı o iğrenç koku… Sokaklar epey kalabalıktı. Ne de olsa bayram arifesiydi. İftar vakti de yaklaşmıştı. Bundan sebep olacak ki yolun karşısındaki lokanta müşteriyle dolmaya başlamıştı. Sonra, gözleri lokantada bir masada oturan aileye takıldı. Genç bir adam, genç bir kadın… Yanlarında oturan dört-beş yaşlarındaki kızın da iki yandan örgülü ve uçları kırmızı kurdelelerle bağlı saçları omuzlarına kadar dökülüyordu. Çocukluğu geldi aklına, annesi de altın sarısı saçlarını işte böyle örerdi. Yay gibi kaşları, yemyeşil gözleri iyice ortaya çıkardı. Köyün en güzel çocuklarındaydı. Her gören yanaklarını sıkıştırır, maşallah çekerdi. Güzel olduğu gibi zekiydi de. İlkokulu bitecekken öğretmeni annesini çağırmış, ‘Asuman’ı okutun, ziyan olmasın buralarda, zeki çocuk…’ demişti. Akşam olunca öğretmenin bu isteğini duyan babası kıyameti koparmış, ‘kız çocuğu okutulur mu hiç? Yoldan çıkar alimallah’ diye bağırmış, çağırmıştı. Babasına karşı gelememişti tabi, gözü yaşlı, kaderine razı olmuştu. Birkaç yıl geçmiş, serpilip güzelleşmişti. Muhtarın oğlu Halil, motorundan tın tın ses çıkan Jawa marka motorsikletiyle, onun penceresinin altına gelir, çipil gözleriyle uzun uzun pencereye bakardı. O her ne kadar ‘ölürüm de varmam. Evlat olsa kahrı çekilmez deyyusun’ dese de akranlarına, babası öyle dememişti. Muhtara, ‘verdim gitti Halil’e Asuman’ı’ demişti. O yeşil gözlerden yaşlar çağlasa da bunu kimse umursamamıştı. Sözler alınıp verilmiş, söz kesilmiş, senesine varmadan düğün yapılacaktı. Düşünmüş taşınmış, kararını vermişti. Büyük şehre kaçıp, orda bir iş bulup çalışacaktı. Annesinin beşi bir yerdesini alıp kaçmıştı. Büyük şehirde bir otele gitmiş, kayıt yaptırırken resepsiyonda gördüğü Orhan’la tanışmıştı. Hem güler yüzlü, hem yakışıklıydı. Hemen içi ısınmıştı ona. Hem gönlünü hem sırrını vermişti. Hem Orhan da ‘evleniriz’ demişti. Güvenmişti Orhan’a ama o, çok geçmemiş, kendisine teslim ettiği namusunu, güvenini, sevgisini satmıştı.
‘Boyun posun devrilsin Orhan’ diye söylendi kendi kendine. ‘Ne olurdu namuslu çıksaydın da evlenseydik. Köye gidip babamın annemin elini öpseydik. Babam kahrından ölmeseydi. Annem bir başına kalmasaydı. Biz de böyle bayram alışverişine çıksaydık. Bir oğlumuz, bir kızımız olsaydı. Oğlumuz, sana benzeseydi, kumral uzun saçları hafif dalgalı olsaydı. Emre deseydik ismine. Kızımız da bana benzeseydi, altın sarısı saçları, iki yandan örülü, uçları kırmızı kurdelelerle bağlı olsaydı. İsmine de…’
-Yeşiim!
Bir anda irkildi, şakaklarından ter boşaldı. Beyninde yankılanan bu isim hayallerinden koparmıştı onu. Sesin geldiği yöne baktı. Sesin sahibi, ‘kız! Sana ne oldu, son günlerde dalıp dalıp gidiyon? Bizim fingirdek Yeşim gitti, yerine başkası geldi sanki ayol. Seninki iki saattir seni bekliyor. Herif iyice sinirlenmeden git yanına’ dedi. Bunun üzerine son kez, lokantadaki kıza baktı. Küçük kız, şebeklik yaparak annesini babasını güldürüyordu. Sandalyeden kalktı, gözyaşlarını kâğıt mendiline dikkatlice sildi, rengârenk ışıkların aydınlatamadığı karanlık dünyasına doğru yavaşça yürüdü…